Eric Vuillard’ın Yoksulların Savaşı isimli kitabı Kasım 2021’de Nihan Özyıldırım’ın çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı. Bir tarihsel kurmacanın konusuna ve üslubuna dair söylenebilecekler kitabın arka kapağında şöyle özetleniyor:
“On altıncı yüzyıl Avrupası: Protestan Reformu Katolik Kilisesi’ne, güçlülere ve ayrıcalıklılara karşı bir isyana girişir. Böylece, kendilerine yalnızca cennette eşitlik vaat edilen köylüler ve yoksullar, bu eşitliğe neden burada ve hemen sahip olmadıklarını sorgulamaya başlar. Bunun neticesinde, muktedirlerle aralarında kısa sürede alevlenen şiddetli bir mücadele patlak verir. Tarihe damgasını vuracak bu mücadeleye bir ilahiyatçı önderlik edecektir: Thomas Müntzer. Kendisi Almanya’yı ateşe verecek olan kişi. Ne Martin Luther’in ne de Katolik Kilisesi’nin yanında. Yoksulların Savaşı onun ve sıradan insanların hikâyesi.
Eşitsizliğin uzun ve korkunç bir tarihi var. Ve henüz son bulmadı. Éric Vuillard, kurmacanın imkânlarından faydalanarak okuru bir kez daha tarihin yazıldığı anlardan birine götürüyor. Yaklaşık 500 yıl önce gerçekleşmesine karşın günümüze dek uzanan eşitsizliklerle ilişkisini hâlâ koruyan bu isyanı kendine özgü üslubuyla yeniden yorumluyor.”
Uluslararası Booker Ödülü Jürisi’nin “Yeniden tahayyül edilen tarihin, devrimci bir vaazın göz kamaştırıcı bir parçası, eşitsizliğin öfkeli bir ifşası” olarak sunduğu bu metin üzerine Emre Yeksan ile Enes Köse’nin yazılı olarak gerçekleştirdiği diyaloğu paylaşıyoruz.
Emre Yeksan:
Sondan başlayalım. Yoksulların Savaşı şu cümlelerle bitiyor:
“Gençlik sonsuzdur, eşitliğimizin sırrı ebedîdir ve yalnızlık olağanüstüdür. Şehitlik ezilenler için bir tuzaktır; arzu edilesi tek şey zaferdir. Anlatacağım.”
Kitap, arkasından büyük bir sessizliğin geldiği böylesi bir vaatle, neredeyse kendini gerçekleştiremeyen bir başlangıçla son buluyor. Son söz olarak “anlatacağım” diyor ve susuyor.
İster istemez insanın aklında şu soru beliriyor: 500 yıl öncesinin isyanının tüm dehşeti ve güzelliği içinde aktardıktan sonra anlatmayı vaat edip de sessizliğin içine bıraktığı o şey nedir? Bizim hikâyemiz mi? Biliyoruz ki o hikâye hâlâ yazılıyor. O halde bu sessizlik o süregidişin sessizliği, “anlatacağım” dedikten sonra gelen o boşluk tamamına ermemişliğin boşluğu mu? Ya da “anlatacağım” demek belki de nadiren olduğu gibi, “yapacağım, yapacağız” mı demek burada? O müthiş zaferi anlatmamı istiyorsanız şayet, yerinizden kalkın ve anlatılmaya değer olanı yaratın mı demek? Bilmiyorum, ama bu şekilde okumak hoşuma gitti.
Belki de her şeyi okumaya sondan başlamak gerekiyor. Mahşer gününden. Hep olmuş ve olacak olan o büyük toplaşmadan. O yeniden diriliş anından. Belki de oradan sonsuz ve yekpare bir geriye, henüz tam ortasında olduğumuz o geriye doğru bakarak anlamak gerekiyor gideni ve gelmekte olanı.
Peki, Eric Vuillard bunu mu yapmaya çalışıyor? Bu yüzden mi 16. yüzyıldan yoksulların korkunç ve kutlu isyanını, mukaddes metinlere yaraşır bir zamansızlık ve mekânsızlıkla aktarıyor bize? Ne dersin?
Bunun cevabını bilmiyorum ama amacı buysa şayet başarıyor diyebilirim. Bayağıdır böylesine sarsıcı ve yoğun bir metinle karşılaşmamıştım. İlla ki söylenecek çok şey var üzerine, bir yerinden başlayalım.
Enes Köse:
Anlatının bizi nereye gönderdiği ve neye tanık olmaya sevk ettiği sorusu metin üzerine konuşmaya başlamak için ideal bence. Çünkü biz hâlâ “en büyük kâbus” olan tarihin seyrinde sürükleniyoruz. Hatta maalesef asla bitmeyen bir şimdinin içerisinde sıkışmış haldeyiz. Bu açıdan bizim metinle karşılaştığımız bu tarihsel anın ve koşulların da önemli olduğunu düşünüyorum.
Felaket imgesinin merkezi rol oynadığı bir şimdide (malum artık bu tür anlatılar piyasanın mantığıyla doğru orantılı bir şekilde ana akım hale geldi) bizim, yani mağluplar ve ezilenlerin, en azından anlatı düzleminde doğrusal bir tarihe itiraz etmemizin yollarından birisi, ezilenlerin mücadeleleriyle geçmişe attıkları çentiklerden geçiyor. Kitabın uzamını üzerine inşa ettiği yer de burası.
Sen kitabın sonundan başladın, ben de en başına, yani Müntzer’in babasının asıldığı kısma dönmek istiyorum. Bu olayı metin şöyle aktarıyordu:
“Babası asılmıştı. Bir tahıl çuvalı gibi boşluğun içine düşmüştü. Gece vakti, omuzda taşımak zorunda kalmışlardı onu, sonrasında öylece sessiz durmuştu, ağzının içi toprak dolu. Ardından her şey alev almıştı. Meşeler, çayırlar, ırmaklar, bayırlardaki yoğurtotları, yoksul toprak, kilise, her şey. On bir yaşındaydı.”
Bu vurucu giriş bana şunu hatırlattı: Walter Benjamin, insanları ayaklanmaya sevk edenin torunlarının özgür olacağı hayali değil köleleştirilmiş atalarının anısı olduğunu söylemişti. Ben metinle tam da böyle bir bağlamda karşılaştığımızı düşünüyorum açıkçası. Burada hayati bir soru çıkıyor karşımıza: Neden geçmişteki mağlupların tarihine bakmak zorundayız? Sence neden?
Emre Yeksan:
Güzel bir soru. Bunun cevabını Benjamin’de ararsak, geleceği var edecek olan gücün tarihin ve şimdinin yıkımlarında saklı olduğunu söyleyebiliriz. Biz, tarihin rüzgarına kapılıp kaçınılmaz bir şekilde geleceğe doğru savrulurken, gözümüzün önünde biriken yıkıntılar, bazen baksak dahi görmediğimiz o muazzam harabe, geleceği yaratacak öfkemizin de kaynağı aslında.
Kitap bunun farkında olduğu için önce Thomas Müntzer’in çocukluğuyla başlıyor, ama sonra 200 yıl daha geriye giderek Müntzer’in öncülük ettiği ayaklanmada yeniden dirilecek olan başka köylü isyanlarının anlatısıyla devam ediyor. Şanlı bir yenilgiler tarihini önümüze seriyor. Müthiş bir gücü var bu hikâye formunda üst üste binen yıkıntıların. Sonra bize Müntzer’in o muhteşem yenilgisini de anlatıp girizgâhını tamamlıyor. Tam da başlar gibi yaptığı noktada, “anlatacağım” diyerek bizi kendimizle baş başa bırakıyor.
Burada söylediklerimizi birbirine bağlayabiliriz sanırım. Ernst Bloch, “somut ütopya” kavramını tarif ederken Thomas Müntzer’e atfedilen şu cümleye sıklıkla başvuruyor: “Biz eve mağlup dönsek de torunlarımız daha yaman savaşacak!” Ben kitabı okurken bu cümle sürekli aklıma geldi. Hatta yazar bunu bir yerde kullanacak mı diye bekledim. Fakat kullanmadı. Biraz şaşırdım buna açıkçası, ama hoşuma da gitti. Yine de metni bitirdiği yer, arzu edilesi tek şeyin zafer olduğu vurgusu, tam olarak buna işaret ediyordu.
Dolayısıyla burada ikili bir durum var bence. Ezilenleri kendi kaderlerini ellerine almak üzere ayağa kaldıracak olan şey ne tek başına tarihin dolayımıyla taşıdıkları, atalarından devraldıkları bir öfke, ne de geleceğe dair yalın ve güçlü bir arzu. İsyanın hamuru esasen bu ikisinin üst üste binmesi, tarihsel öfkenin geleceğe yönelik bir arzuyla yoğrulması, iç içe geçmesi. Kitabın başardığı şeylerden biri de bu üst üste binişi bize hissettirebilmesi diye düşünüyorum. Bunu da neredeyse kasvetli bir tarihten geleceğe doğru bir yarık açarak, zamanı bükerek yaptığını söyleyebilirim. Benim hissiyatım bu oldu en azından.
Enes Köse:
Kitabın bu bahsettiğin zamansal üst üste binmeyi bize hissettirmek adına Müntzer öncesi köylü isyanlarına dönmesi ve onları birbirinin üzerine yığarak aktarması önemli bence de. Bu aklıma tarih yazımına ilişkin kritik bir mevzuyu getirdi. Bu kitabı okumadan birkaç hafta önce Karatani’nin Avrupa’daki Protestan Reformu anlatılarına yönelik bir müdahalesiyle karşılaştım. Dünya Tarihinin Yapısı kitabında Reform’un aslında toplumsal hareketlerle ilişkili olduğunu ve Luther’den çok daha önce başlayan isyanlara dayandığını söylüyor. Kilisenin Luther’in reformuna saygı duymasının sebebinin ise onun köylü isyanlarını bastıranlara verdiği destekten kaynaklandığını ekliyor. Karatani’nin bu önemli müdahalesi, Yoksulların Savaşı’nın tarihsel anlatısını kurduğu zeminin ne kadar sahih olduğunu da tam olarak gösteriyor bana kalırsa. Bir nevi ezilenlerin tarihini yazma girişimi diyebiliriz bunun için.
Bu noktada, senin kasvetli diye nitelediğin o tarihin el yordamıyla işlenmesi gerektiğini de söylemek lazım. Çünkü ezilenler kendi tarihlerinin kasvetinden bile mahrum bırakılmış ve tarih yazımında inşa edilen mitler dolayımıyla kendilerine atfedilen gerçek dışı bir anlatının içine hapsedilmiş durumda. Mevcut şartlarda gelenek meselesine dair her türlü yaklaşım, aynı zamanda geleceğe dair bir çeşit ihtimaller dünyasını da eşelemeye çıkıyor diyebiliriz. Dolayısıyla evet, öfkenin arzuyla yoğurulması için gerekli diyalektik imkân tam da bu noktada işlev görüyor. Kitap da üslup açısından o tarihsel öfkeyi en güçlü şekilde ifade edecek motivasyonu, geleceğe dair imkanlar çerçevesinde buluyor denebilir. Belirli yerlerde sürekli değişen frekanslarla birlikte, bazen yoğun, bazen de oldukça yalın bir dille örülen metin, yukarıda bahsettiğimiz bu gerilimin ürünü bana kalırsa.
Emre Yeksan:
O zaman hazır ucundan değinmişken üslup meselesini biraz daha açabiliriz. Kitabın bence en özgün ve güçlü özelliklerinden birisi de kutsal metinlere ya da menkıbelere özgü diyebileceğimiz bir dilsel tavrı tarihsel kurmaca bağlamında kullanması. Mesela senin başta aktardığın, Müntzer’in babasının idamını anlatan o vurucu giriş cümlelerine bakalım.
Oradaki kısa kısa, etkili betimlemeler ilk okuduğum anda bana Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nı hatırlatmıştı. Şeyh Bedrettin de Rahip Müntzer gibi bir din âlimi; ondan 100 yıl önce önderlik ettiği bir halk isyanı sonucunda Serez’in esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkanının karşısındaki bir ağaca çırılçıplak biçimde asılan bir halk isyanı önderi. Henüz kitaba başlarken kurduğum bu bağlantının kuru bir rastlantıdan ibaret olmadığını okudukça anladım. Vuillard’ın Nazım’ın şiirini bilip bilmediğine dair bir malumatım yok, ama şu bence tartışmasız: İkisi de ortak bir tarihe, benzer bir duyarlılıkla bakıyor. Hatta Vuillard’ın Müntzer önderliğindeki köylü isyanlarına dair aşağıdaki cümleleri Bedrettin ve Börklüce’nin ütopik arzularını da çağrıştırıyor bence.
“Yirmi beş yıl boyunca Araf’ı bir kenera bırakmışlar, büyük günahları hükümsüz kılmışlar, yalnızca Tanrı’nın krallığı için monarşiyi reddetmişlerdi. Hatta devletin son bulmasını ve bütün mülklerin paylaşılmasını dahi talep etmişlerdi. Durum buydu.”
Vuillard’ın kurduğu ve Nihan Özyıldırım’ın gerçekten çok etkili bir şekilde Türkçeleştirdiği bu menkıbe üslubu hem Müntzer’in azizvari kişiliğiyle hem de isyanın gazaya benzer dinsel karakteriyle örtüşüyor. Diğer yandan böylesi bir dilsel biçim bizi Benjamin’in ve Bloch’un metinlerinde de bulunan, ya da daha geç dönemde kurtuluş teologlarının söylemlerine de benzeyen bir etkiye taşıyor. Bir halk ayaklanması anlatısını metafizik denebilecek bir yoğunlukla ele alıyor. Fakat bu metafiziğin maddi olmayan bir mutlağa, örneğin Müntzer’in tanrısına işaret etmesinin önünü her fırsatta keserek materyalist bir uhreviliğin de kapılarını aralıyor. Metindeki bu tavrı çok etkileyici bulduğumu tekrar söylemem gerek.
Üslubun bu niteliğine dair ekleyeceklerin mutlaka vardır diye düşünüyorum. Ama ondan sonrası için ortaya bir soru atmak ve kitaba dair aklımda yer eden bir kuşkuyu senin de önüne bırakmak istiyorum. Yoksulların Savaşı reform sürecini, ama daha çok da onu ortaya çıkaran köylü isyanlarını, bunları Luther’le bağdaştıran resmi tarihin elinden kurtarıp başka bir önder figürün, gerçek anlamda halkçı bir rahip olan ve belki de böylesi bir tarihsel yüceltmeyi hak eden Müntzer’in hayatına iliştiriyor. Peki, tarihi sadece şu ya da bu önder figüre göre anlatmak bize ne söylüyor? Bu kitabın hem edebi hem de politik olarak inanılmaz bir gücü var, bu bence tartışmasız. Ama şunu da sormadan edemiyorum: Köylüler, kendi özgürlüğü ve onuru için çarpışırken çamurlar içinde can veren, kendilerine yaşatılan sefalete isyan edip cesaretle ayağa kalkan köylüler en nihayetinde Müntzer’in gölgesinde kalmıyor mu? Vuillard’ın kalemi sayesinde rahip neredeyse yerden yükseldikçe gölgesi de gitgide büyümüyor, en az onun kadar kahraman olan o kalabalıkların üstünü örtmüyor mu? Ben açıkçası bu konuda iki arada bir derede kaldım.
Enes Köse:
Üslubun yapısını oldukça güçlü bir şekilde aktarmışsın. Belki söylediklerinin yanına, kutsal metinlerden aşina olduğumuz bir üslubu kullanmanın (duygusal yavanlığa düşme tuzağı gibi) riskleri fazlasıyla yüksek olmasına rağmen yazarın hikayeleştirme biçimiyle bunu engellediğini ekleyebilirim. Burada, kitap boyunca karşımıza çıkan “tanrının dili” meselesi kilit rol oynuyor bana kalırsa. Örneğin kitabın başlarında anlatıcı tanrının diliyle hesaplaşıp, önce “neden tanrının her şeye el koymuş olanların diliyle konuştuğunu” soruyor, daha sonra başka bir yerde ise aslında tanrının dilinin de yoksullardan çalındığını gösteriyor. Kitabın hem üslubuyla hem de içeriğiyle ortaya koymak istediği şey biraz da bu. Egemenin zorla temellük ettiği dili yoksulların savaşını anlatarak yeniden arzulanabilir kılıyor diyebiliriz.
Yoksulların mücadelesinin Müntzer’in bedeninde cisimleşmesi meselesine gelirsek, içerik açısından dediklerine katılmakla birlikte ben meseleyi bu noktada daha çok anlatı tekniği açısından ele alma taraftarıyım. Bunu Rus biçimciliğinde karşımıza çıkan “düzenleyici aygıt” kavramıyla birlikte düşünebiliriz. Örneğin Jameson bu perspektiften Don Quijote’nin bir karakterden daha çok Cervantes’e kitabı yazma olanağı veren düzenleyici bir aygıt olduğunu söyler. Açıkçası ben de Müntzer’i, karakterinin yanında, yoksulların savaşının üzerine yazıldığı anlatı uzamında böylesi bir işlevsel rolde görüyorum. Bahsettiğin sessiz bırakılmış köylülerin hikayesini günümüze taşıyan bir aygıt olarak yani. Fakat senin değindiğin nokta da önemli tabii. Köylülere daha doğrudan ulaşabileceğimiz bir anlatı nasıl olurdu ve nasıl işlerdi gibi bir dizi, oldukça kuvvetli soruyu da akla getiriyor çünkü. Yine de bence kitabı çekici kılan şeylerden birisi Müntzer’i bu yolla kullanıp yukarıda da bahsettiğimiz gibi güçlü bir anlatıyı geliştirebilmesi.
Emre Yeksan:
“Düzenleyici aygıt” kavramına aşina değilim ama söylediklerinde benim için temel soru işareti Don Quijote kıyası üzerine düşündüğümde ortaya çıkıyor. Bir dönemin, o döneme ait toplumsallığın ve maddi ilişkilerin temsili olarak tekil bir anlatısal aygıt, bir ana karakter etrafında örülmesi fikri bana uzak değil. Benzer bir şeyi bütün doğaüstü içeriğine rağmen Odysseus için de söyleyebiliriz belki. Satırlarının arasından Antik Yunan’ın bir döneminin toplumsal yapısı görünür olur. Fakat Yoksulların Savaşı’nı (ve aynı şekilde Şeyh Bedrettin Destanı’nı) bu örneklerden ayıran iki temel unsur var bence: Anlattıkları dönemle yazıldıkları dönemin eşzamanlı olmayışı ve kitlesel ayaklanma anlarını konu etmeleri.
Tarihsel anlatılar ister kurmaca ister belgesel nitelikte olsun, anlattıkları dönemden daha çok üretildikleri dönemi temsil ediyorlar denebilir. Bu anlamda Yoksulların Savaşı da 16. yüzyıldan daha çok bugüne dair bir şeyler söylüyor diye düşünüyorum. Bu da ister istemez yukarıda sorduğum soruyu yeniden formüle etmeye götürüyor beni: Bir isyan anlatısı kurarken hareketin önderi olan Müntzer’e odaklanmak ve isyanın etkin gücünü ortaya koyan köylüleri anlatının çeperinde konumlandırmayı içinde yaşadığımız kapitalist toplumsallıkla bir arada düşündüğümüzde bu tercih bize ne diyor? Bunu, Vuillard’ın tarihe farklı bir perspektiften bakma çabasına rağmen, bugünün maddi toplumunun eserde bıraktığı izlerden biri olarak görebilir miyiz? Buna evet öyledir demek imkânsız, ama benim için bu okuma çok da uzak değil. Bütün hayranlığıma rağmen kitabın son tahlilde bende bıraktığı güzel ve değerli bir soru işareti, bir çentik oldu bu.
Kendi payıma bu sohbeti bir öneriyle toparlamak isterim. Hem uzun zamandır okumadığım hem de bu yazışmanın başından beri kafamda dönen kıyası somutlaştırmak için açıp Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nı okudum. Ne muazzam bir metin! Burada konu ettiğimiz meseleler üzerine daha derinlikli düşünmek için de müthiş bir fırsat oldu bence böyle bir karşılaştırmalı okuma. Yoksulların Savaşı’nı okumuş ve okuyacak olanlar için benden bir öneri olsun. Son söz senin.
Enes Köse:
Ben de toparlarken senin de kaygılarını dile getirdiğin hususta kitabın son kısmındaki diyalektik müdahaleye değinmek istiyorum. Senin henüz en başta aktardığın kısma. Yazar anlatı boyunca ince bir şekilde işleyip, çok güçlü bir üslupla karşımıza çıkardığı ikonayı belki de kendi kurduğu metnin aleyhine bile olsa ufak bir şerhle yıkıyor diyebiliriz. İdam edilmek üzere olan Müntzer’in bedeni üzerinden önce insanın kırılganlığına değinip, diğer taraftan da bu kırılganlığa rağmen görkemli bir potansiyeli nasıl barındırdığını anlattıktan sonra şehitliğin ezilenler için bir tuzak olduğunu söylüyor. Metnin aleyhine dedim, çünkü ben Müntzer’e dair bir reverans beklerken böyle bir sonla karşılaşınca şaşırdım. Bu tartışması buraya sığmayacak kadar geniş ve önemli bir konu tabii. Ve evet, kitabın müthiş ayrıntılarından birisi de buydu.
Son olarak mağlubiyet ve hayal kırıklıklarıyla dolu geçmişimize rağmen devam edebilmenin gücünü kutsayan, Marcuse’nin Benjamin’den aktardığı şu cümleyi de eklemek isterim: “Umut bize yalnızca umutsuzlar hatrına bahşedilmiştir.”