Feci bir deprem yaşadık ve bu deprem haklı bir öfke dalgasına yol açtı. Depremden etkilenenlerin en yaygın tepkisi, büyük bir haksızlığa uğradıkları, büyük bir çaresizliğe terk edildikleri yönünde oldu. Depremden etkilenen bölgelerden hep aynı sesler yükseldi: “Lütfen yardım, sorumlular nerede?” Ya da “Bizi niye terk ettiniz?” Ya da “Niye tek bir yetkili bile yok burada?” Bu haykırışlarda öfkeyle sorulan şey şuydu: Biz bu hâlde olmayı mı hak ediyoruz? Yetkili, otorite, kurum, tanrı, baba, devlet, devlet-baba, artık her kimse, bizi neden çaresiz ve yardımsız bıraktı? Biz bir toplum değil miyiz? Özetle: nerede bu devlet? Ya da o meşhur devlet-baba? Yaşanan şeyin, hem deprem-öncesi alınmayan önlemler, hem de deprem-sonrası yapılmayanlar nedeniyle tam bir siyasi felaket olduğu yönünde ortak bir his var, haklı ve öfkeli bir his. Ve bu ‘siyasi’ felakette insanların gururunu, haysiyetini zedeleyen bir şeyler de var.
Türkiye’de devlet ve baba arasında marazi bir paralellik vardır hep: devlet koruyucu bir “baba” gibi görülür. İnsanların bir ülkenin yurttaşlarından çok devletin “evlatları” olduğu jargonu hakimdir. Bu felakette o devlet-baba, evlatlarını koruyamadı. Evlatlarının bir “yurttaş” (ya da isterseniz vatandaş) olarak koruma altında olduğunu, korunup kollandıklarını hissettirmekten aciz olan iktidar ve devlet mekanizmaları, bu kadarıyla da kalmayıp, bir de insanları “not etmekle” tehdit ederek tam bir kötü baba gibi davrandı. Kötü baba şu demektir: kendisine bağlı olan kişiyi “kurtarmadığı” hâlde, otoritesini o kişi üzerinde kullanan baba. Korumayan ama korkutan baba. Bir yandan insanları Giorgio Agamben’in ifadesiyle “çıplak hayat”a, yani yasanın korunması altında olmayan, şiddete açık bir hayata mahkûm ederken, bir yandan da yasanın bütün tehditkâr gücünü insanlar üzerinde kullanan baba.
Türkiye’deki siyasi yapının uzun yıllardır, belki son yirmi yıldır böyle bir kötü babaya benzediğini söylemek mümkün: yetkisinin gereğini yapmayan ama yasalarla tahakküm kuran, kendisine sorumlulukları hatırlatıldığında da “evlatları”nı (ki bu evlat söylemi son yıllarda daha da yaygınlaşmıştır) ihanetle suçlayan bir kötü ve paranoyak baba. Bu babanın (devlet-baba) bir diğer kaçınılmaz özelliği de merkeziyetçi olması, kendi kontrolü dışında, kendi “sözü” dışında hiçbir şeye izin vermemesidir. Bu babada bütün merkezi güçler toplanmıştır, yetki paylaşımı yoktur, asla. Ayrıca yasa da babayla özdeşleşmiştir, sözü “kanun hükmünde”dir, Lacan’ın Baba’nın Adı dediği şey, yasanın ta kendisine dönüşmüştür.
Bu yapı yeni ortaya çıkmış değil ama böyle felaket zamanlarında varlığının altı bir daha çiziliyor. Deprem bölgelerinde ilk üç gün hiçbir şekilde yardımı organize etmeyen, kendileri organize olmak isteyen sivil yapılara da engel oluşturan bu merkeziyetçi “yapı” tek bir merkezden her şeyi organize etmekte ısrar ederken doğal bir afeti siyasi bir felakete dönüştürdü, bunu hemen hemen bütün uzmanlar ve tanıklar söylüyor. Bu felaket anı gösterdi ki, Türkiye’de her şeyi tek bir merkezden yönetmek isteyen sistem (nam-ı diğer “tek adam” sistemi) ve etrafında oluşan oligarşik yapı (şirketler, devlete bağlı dernekler vs.) bir toplum yönetmekten çok, kendi iktidarını sağlamlaştırmakla, kendi siyasi ağlarını örmekle meşgul. Bu toplumun üyeleri olan insanların “terk edildik” çığlıklarını şöyle okumak da mümkün: Biz nasıl bir toplumuz? Ya da biz bir toplum muyuz? Ya da şöyle de okuyabilirsiniz: bu toplumda bana sunulan “haysiyetli” hayat bu mudur? Üzüntüden çok öfke.
Depremi bir siyasi felakete dönüştüren siyasi yapıya karşı hissedilen öfke ve incinmeyi bir “haysiyet talebi” olarak da görmek mümkün. Yıllar önce, Gezi eylemleri esnasında Ahmet İnsel yaşananların, aşırı baskı ve müdahaleye, temel hakların sunulmamasına ve insanların tam anlamıyla yurttaş sayılmamasına karşı bir “haysiyet ayaklanması” olduğunu söyleyen bir yazı yazmıştı. Zamanında Radikal’de çıkan bu yazıda şöyle diyordu İnsel: “Bu… yurttaş haysiyetlerinin zedelendiğini düşünenlerin ayaklanmasıdır. Bu nedenle rejime karşı isyan değil, bir haysiyet ayaklanmasıdır.”
Şimdi de maalesef, benzer bir “haysiyet incinmesi” çoğu yerde hissediliyor. Bu ülke sınırları içinde yaşayan kişilerin çıplak hayata mahkum edilmesi, temel yaşamsal tedbirlerden mahrum kalması, yasa koyucu ve uygulayıcı olarak varlığını aşırı-hissettiren devlet-baba’nın bir koruma mekanizması sunmaması ve devletin koruyucu bir battaniyeden çok boğucu ve yolları tıkayan bir kütleyi andırması, insanların haysiyet duygusuna dokunuyor ve haklı bir öfkeye yol açıyor. Bu öfke bir taleptir: Haysiyetli bir yaşam, hatta haysiyetli bir ölüm talebi. Güvenli bir hayat hakkı, önlenebilir felaketlerden ötürü ölmeme hakkı.
Bu felakette enkaz altında kalan bir de şey de, sivil toplum ve güvende olma duygusudur. Enkaza yol açan şey ise, sivil toplumu yok eden bu merkeziyetçi devlet yapısı, bu iktidar kütlesi, bu kötü-babadır. Depremden sonra, insanlar enkaz altından yakınlarını çıkarmaya çalışırken ve enkazdan kurtulanlar da çaresizlik için feryat ederken yaşananlarda ‘haysiyet’e sığmayan bir şeyler de vardı. Şimdi de devlet aygıtları ve yetkililer bu haysiyet incinmesini tamir etmek yerine, sistemi eleştirenlere ‘haysiyetsiz’ diyebiliyor, inanılmaz ama gerçek.
Artık “normal”e dönmeyi reddedip, yeni bir siyaset ve etik kurmak gerekiyor. Daha az devlet daha çok toplum, diyen, insanların hayat ve haysiyetini daha çok gözeten bir siyaset. Bu depremden geriye kalan tek şey enkaz, toz ve acı olmasın: madem zemin sarsıldı, düşünce zemini de sarsılsın.