“Ne zaman biri araba çalsa, Hollywood caza başvurur.” Film bestecisi Elmer Bernstein’e atfedilen bu söz, sinema ve televizyon dünyasının 1950’li ve 1960’lı yıllarının alametifarikalarından birine de işaret ediyor. Dönemin polisiye filmlerinin neredeyse hepsinde kendisine yer bulan bu caz türü, adını da filmlerin hikâyelerine yapılan bir atıftan alıyor: Crime Jazz, yani “Vukuat Cazı”.
Boing Boing yazarı Xeni Jardin’in “Çok kötü insanların çok kötü şeyler yaptıkları 1950’ler dizi ve filmlerinin caz müziği” olarak tanımladığı crime jazz, Elmer Bernstein, Henry Mancini, Lalo Schifrin ve Kenyon Hopkins’ten oluşan genç ve maceraperest bir dizi bestecinin oyun alanıydı. Dönemin Hollywood yapımlarındaki popülerliği öyle bir hale gelmişti ki birtakım varyasyonlarla birlikte adını da aldığı polisiye filmlerle tümden özdeşleşmeye başlamıştı. Yani 1950’ler ve 1960’larda bir özel dedektif olsaydınız biraz “crime jazz” desteği almadan hiçbir davayı çözemezdiniz.
Filmi biraz daha geriye saralım. 1930 ve 1940’larda Hollywood filmlerine hakim olan müzik türü klasik müzikti. Max Steiner, Victor Young ve Dmitri Tiomkin gibi üretken isimlerin önderliğinde ilerleyen tür, dönemin romantik dramalarıyla da bağdaşıyordu. Örneğin Cole Porter’ın “Night and Day”inin Now, Voyager’da (Irving Rapper, 1942) yer alan versiyonu, daha çok bir Brahms bestesini andırıyor.
İşi değiştiren “kara film” (film noir) oldu. Sert ve alaycı karakterlere yer veren The Big Sleep (Howard Hawks, 1946) ve Gun Crazy (Joseph K. Lewis, 1950) gibi filmler, müzikte de benzer bir değişiklik gerektirdi. Bebop ve hard bop’un “façanın sesi” olarak yükselişiyle stüdyolar da filmlerini biraz daha “kumlu” ve “sokak işi” yapmak istedi. Henry Mancini ve Lalo Schifrin gibi isimlerin önderliğinde Hollywood filmlerinde ilk defa doğaçlama müzik kullanılmaya başlandı. Kemanlar, yerlerini trompet ve saksofonlara bıraktı. Paris Blues’un (Martin Ritt, 1961) müziklerini Duke Ellington’ın yapması gibi bazı durumlarda gerçek caz müzisyenleriyle çalıştılar. Bu filmdeki çalışmalarının karşılığını bir Oscar adaylığıyla alan Ellington, Anatomy of a Murder’ın (Otto Preminger, 1959) müzikleriyle de bir Grammy kazandı.
Chicago Polis Departmanı’ndan Frank Ballinger’ın sert maceralarına odaklanan M Squad’ın (1957) tema müzikleri ise Count Basie’dendi.
Dönemin değişen sinema-müzik ilişkisini anlamak için iki kişiye daha kulak verelim. Bunlardan biri “Caz, seks ve şiddetin sinematik bir işaretiydi,” diyen müzik yazarı Alan Kurtz. Diğeri ise Clint Eastwood ile yaptığı işbirliklerinin yanı sıra 1988-1990 arası yayımlanan Mission: Impossible dizisinin markalaşan melodisini besteleyen Lalo Schifrin. “Film bireysel bir sanat değil. Kolektif bir iş, jam session gibi. Bir gestalt (form). Yönetmen beyni, kameraman gözleri, kurgucu DNA’sı, yapımcı akciğerleri, besteci ise kulakları.” Schifrin bir müzisyen olarak kendisini konumlandırdığı noktayı böyle açıklıyor. Film çekmeyi caz müzisyenlerinin doğaçlama çalışmalarıyla eşleyen bu görüş, dönemin Hollywood yapımlarının cazla kurduğu ilişkiyi açıklamak için ziyadesiyle ideal.
Bununla birlikte sinemadaki crime jazz yolculuğu, mevzubahis melodiler kadar pürüzsüz değildi. Örneğin Raymond Chandler ve Dashiell Hammett gibi ünlü polisiye yazarları cazı pek tutmuyordu. Buna rağmen crime jazz, 1950’lerde yükselişini sürdürdü ve 1959’da tepe noktaya ulaştı. Compulsion (Richard Fleischer, 1959) ve müzikleri Modern Jazz Quartet’in vibrafonisti John Lewis tarafından bestelenen Odds Against Tomorrow (Robert Wise, 1959) bunların doğrudan gözlemlenebileceği örneklerdi. Nitekim 40 yıldan bu yana birlikte çalan Modern Jazz Quartet de Johann Sebastian Bach’ın cazdan ayrılamayacağını savunuyor ve cazı klasik müzikle birleştiriyordu. Yakın zamanda “Restore Film Günleri” kapsamında Beykoz Kundura’da izlediğimiz Shadows’un (John Cassavetes, 1959) cazı anlatısına da dahil etme becerisi ayrıca takdire değerdi.
1960’lardan itibaren rock’n’roll’un yükselişiyle film müzikleri tekrar değişime uğradı. The Beatles ve Burt Bacharach’ın zamanı geldi, crime jazz düşüşe geçti. Zaten caz hayranlarının gözünde dahi hiçbir zaman Miles Davis ya da John Coltrane’in yarattığı heyecana yaklaşamamıştı. Buna rağmen gelmiş geçmiş en iyi James Bond filmleri tartışmalarında kendisine her zaman yer bulan Goldfinger’ın (Guy Hamilton, 1964) yanı sıra Columbo (Richard Levinson & William Link, 1971) ve Mannix (Bruce Geller, Richard Levinson & William Link, 1967) gibi dönemin ünlü polisiye dizilerinde zaman zaman tekrar zuhur etti.
Kaynaklar: Pursuit Mag, Boing Boing, Open Culture