Dayanışmanın siyaseti

Samandağ, 16 Şubat 2023. Fotoğraf: Francisco Seco, AP.
Samandağ, 16 Şubat 2023. Fotoğraf: Francisco Seco, AP.

24 Şubat 2023’te, depremden 19 gün sonra Resmî Gazete’de çıkan karara göre deprem bölgesinde tüm araziler yapılaşmaya açıldı, planlama süreçleri devre dışı bırakıldı, itiraz süreçleri de askıya alındı.

Türkiye’de kentleşmenin tarihi proleterleşme, gecekondulaşma, imar afları ve kentsel dönüşüm adı altında rantla iç içe geçti. Mevcut düzenlemelerin fiili olarak yetersiz kaldığı, işletilemediği yamalı hâl, bu kararla deprem bölgesini ve yakın çevresini kapsayacak biçimde hepten parçalanarak inşaat sermayedarlarına sunuldu.

Günler ilerledikçe deprem bölgesindeki dayanışmaya katılan örgütler de gözlem raporları yayımlamaya başladı, bölgeden ayrılan afetzedelerin ve gazetecilerin tanıklıklarını okumaya başladık. Her gözlem aynı şeye işaret ediyordu, her şey göz göre göre yaşandı. Asrın felaketi, asrın ihmali derken gerçekler daha da görünür hâle geliyor.

Betonu ve demiri çalındığı için yerle bir olan evler, hastaneler, okullar (inşaatı yapan işçilerin de hakkı verilmeden) üç kuruşa mal edildi. Ne binalar denetlendi ne de inşaat şirketleri. Milyonlarca insanın emeği sömürüldü, milyonlarca insan mülksüzleştirildi. Düzen bozulmasın diye sürekli yasalar güncellendi. Göz göre göre gelen felaket kader planına indirgendi, insanların temel ihtiyaçları bile isteye karşılanmadı, depremzedeler yurtlarından göç etmeye zorlandı.

OHAL kapsamında çıkarılan yasayla kamulaştırma yetkisi araziler için kullanıldı, sözde kamu kuruluşu olan Kızılay için kullanılmadı. Acil ihtiyaca rağmen bağışlarla üretilen çadırların veya gıda malzemelerinin satışa çıkarıldığı yetmedi, bağış toplayan başka yardım kuruluşlarına satışı “yasal, akılcı ve ahlaki” olarak nitelendi. Göçe zorlanan insanların ulaştığı şehirlerde hiçbir düzenleme yapılmadı, piyasanın kira fiyatlarını yükseltmesine seyirci kalındı. Kimse sorumluluk almadı, almaları için yasal hakkını kullanarak eylem yapan insanlar gözaltına alındı. Felaketi fırsata çevirmek için herkes tüm yetkilerini kullandı.

Halkın da bir defteri var, ama bu kastı arzuhal eylesen deftere sığmaz.

Gözlem raporları, köşe yazıları, hatta birbiriyle konuşanlar bile aynı güce işaret ediyordu: dayanışma. Ancak bu kasıtlı saldırı karşısında kolektif aklımız medya, yaşam gailesi, yasal yaptırımlar, velhasıl türlü nedenlerle yıllar içinde dağılmış. Mesele dayanışmanın tanımı olunca, yöntemler fiili durum kadar hızla devreye giremiyor. Hemen her yerde yapmalıyız, etmeliyiz, sürdürmeliyiz haykırışlarıyla gereklilikler sıralanıyor. Doluya koyuyoruz almıyor, boşa koyuyoruz dolmuyor.

Nereye yardım edeceğini bilemeyen insanların ilk koştuğu dernek, son yıllarda nice yardımlaşma faaliyetinde aktif rol alan AHBAP oldu. 26 Şubat’ta kurumların yaptığı açıklamalarla ortaya çıktı ki, AHBAP insanların dişinden tırnağından arttırdığı bağışlarla Kızılay’dan çadır satın aldı. Her iki kurum da bunun akılcı, ahlaki ve yasal olduğunu iddia ediyor. Yasanın baştan yanlış yazıldığı yerde, nedir yasal? Toplanan para, yaşanan fekaletin boyutlarını artıran özelleştirme politikalarının sorumlularına gidiyorsa, nedir ahlaki olan? Hayati olarak acil ihtiyaç duyulan malzemeler, kâr ve verimlilik için depoda bekliyorsa, nedir akılcı olan? Devletin kamu niteliği ortadan kalktığında, devletle ortak çalışan kurumların kamusal fayda gözetme ihtimali nedir? Sınırlı yetkisi olduğunu bildiğimiz insanlara, kurumlara, bu denli itimat etmekle nasıl bir hata işliyoruz? Aynı isteği, direnci, enerjiyi ve parayı başka koyabileceğimiz hiçbir yer yok muydu?

Yerel üreticilerden doğrudan satın almaya yönelik dayanışma çağrıları oradaki insanların ne çabuk çalışmaya, işe dönmek zorunda kaldığını da gösteriyor. Kahrolmamak elde degil. Farazi bir normalleşme tartışmasının ortasında, normalleşme yine maddi koşullarca dayatılıyor. En azından bir kişiye bile ulaşabilsek diyoruz, ama aynı kaynak herkese ulaşacak şekilde organize edilemez miydi? Bu dünya düzenini normal mi kabul edeceğiz?

Hayatın olağan akışında zayıflamış, solmaya başlamış bir iç sesimiz olduğundan söz edilebilir. Ama ne zaman bir felakete tanık olsak hep birlikte çığlık çığlığa kalıyoruz. Kolektif aklımızın dağınıklığı, bizi her olaya, hatta her söze saniyelik reflekslerimizle yanıt vermeye zorluyor. Yanıtın muhatabı da genelde bir boşluk, kadrajın dışında bir yer, göremediğimiz bir hayalet oluyor. Bireyler olarak toplumdaki yerimizi maddi koşullarımız belirliyor ama nedense olaylara karşı tepkilerimizin bizi başka türlü konumlandırdığına dair bir yanılsamaya kapılıyoruz.  Bu yanılsamayı kıran anlar var. Ne zaman hayatımıza kastedildiğini anlasak o hayali kalabalık cisimleşiyor, onlar dediklerimizi parmaklarımızla bir bir işaret edebiliyoruz. Ayrımın ana hattı da burası, birbiriyle çelişen ve mücadele eden iki ayrı sınıf. Zengin olan veya zenginleşen, hep “başka seçenek yoktu” diyor.

Sesimiz çığlığa döndüğünde yankılanmaya başlıyor. Tepkilerimizi, duygularımızı ortaklaştırmaya çalışıyoruz. Depremin başından beri birçok yazı yazıldı, birçok söz söylendi. Hepsi anladıklarımızı ortaklaştırmaya çalışmak için. Bu ortaklık, zaten varolan başka bir ortaklığın görüntüsü. Zaten ortaklaşmış olduğumuz bir maddi durumu, sözle de ortaklaştırıyoruz, dayanışma dediğimiz de bunun eylemsel görüntüsü. Yine de politik olarak yerini bulmadığında kolaylıkla solabilir, sözün kendisi somutlanmayınca yeniden zayıf bir iç sese dönebilir. Beş yıl sonrasının hayaleti şimdiden yanıbaşımızda, “dilimizin döndüğünü söyledik, elimizden geleni yaptık, neden olmadı?” sorusunu soruyor. Bu sorunun yanıtsızlığı o kadar büyük ki, daha geriye atar soranı. Çaresizlik, hayal kırıklığı, hesap soramamışlıkla döner hayat kendi normalliğine, alıştıklarımıza bir başka keder daha eklenir. Basit gibi görünüyor böyle yazınca, o yüzden her gereklilik yazısı “örgütlenmeliyiz” diyerek bitiyor. Örgütlülük nihayetinde etkin katılım demek, neye katıldığımız konusunda dağınık aklımızı toparlamak da örgütlülüğün kendisiyle içe içe geçmiş değil midir? Bu reflekslerden, bu tepkiselliğe dayalı sözlerden çıkmadan, hareketin devinimi başlamıyor. İrade beyanının başlangıcı burası olabilir mi? Beyan edilen söz, yemin olan söze böyle evrilebilir mi?

Dayanışmanın kendiliğindenliğinde, öz-örgütlülüğünde ve felaket anlarında sezgisel olarak ortaya çıkmasında tarifsiz bir güzellik var. Fakat bu biçimiyle süreklilik hâline gelmesinin taşıdığı riski görmezden gelemeyiz. Dayanışma tek başına güzellendiğinde, hem olumlu hem de olumsuz anlamda işe yarıyor. İki ayrı sınıfın kastının silikleştiği bir işlevsellik doğuyor. Bu dünya düzenini burjuva sınıfının inşa ettiği bir bina gibi düşünürsek, bina sahiplerinin bilerek boş bıraktığı yerlerden betona su veriyoruz, hemen şimdi yıkılmasın, içindekiler bugünlük yaşasın diye. Bu kaçınılmaz, hayati bir ortaklık. Sadece doldurduğumuz yerlerden nasıl filizleniriz sorusuyla doldurmak zorundayız. Bakılması gereken dayanışmanın varlığından çok çatlattığı topraktır. Hesaplaşmanın ve yargılamanın politik sınırları da bu çatlaklarda.

Bir de bu öz-örgütlülüğün tarihselliği var. Uzak coğrafyalara bakınca, zaman benzer akıyor. Meksika depremi örneğinde, deprem esnasında ve sonrasındaki süreci yöneten dirençli örgütlülük, depremden önceki  koşulların birer sonucuydu, bu sonuçlar o bölgenin geleceğini belirledi. Birçok başka felaket anında, başka ülkelerde süreçler farklı da olsa zamanın akışı aynı. Dayanışmanın örgütlülüğü, örgütlülüğün gerekleri, araçları ve yolları her bölgenin kendi sosyo-ekonomik, politik koşullarınca belirleniyor.

Sözle sınırlı kalmadan yaşamımızı örgütlememiz gerekir elbette, ama insanız, aklımızın alamayacağı bir utanmazlık var. Buna hayretimiz dinmeyecek, dinmesin. Bu bize utanmazlığı yaratan maddi koşullara yabancıyız. Niye utanmıyorlar? Çünkü onlar bizim utanç dediğimiz şeylerin içinde şekil almışlar. Bu sömürü onlara doğal geldiğinden, sömürüde utanç doğuracak bir yan görmüyorlar. “Allah’ın lütfu, kader planı” söyleminin dolaşıma girmesinin iki yüzü var, hem insanların haklı tepkilerini din aracılığıyla soğurulması hem de kendi varlıklarına duydukları inancın, kendilerine biçtikleri rolün somutlaşması. Cüretlerinin sebebi, sahip oldukları servet ve kendi sınıflarının işbirliği. Kimsenin rüşvet ve yolsuzluk bağını ele ver(e)memesinin sebebi bu.

Esaslı çelişki burada olduğundan, gerçek de burada, kurtuluş da burada, bu yazıda biz diye bahsedilen topluluğun tanımı da. Bizim bir sınıfsal ortak aklımız, bir de saymakla bitmez etkilerle biçimlenen bireysel aklımız var. Kişisel aklımızın duygulardan bedene uzanan, verdiğimiz emekle iç içe geçmiş bir bilinci var. O bilinç kendini borçlu, utangaç, öfkeli, zayıf, kin dolu hissediyor olabilir. İçinde bulunduğumuz durum, onurumuza dokunan hayret, bunların bize normal olmadığını söylüyor.

Felaket komünizmi tartışmaları süregiderken, hem savunanların hem görece karşı çıkanların kabul ettiği bir araştırma var: “Felaket koşullarında bile insanlar kendi kontrollerini korur ya da hızla yeniden kazanır ve başkalarının iyiliği için endişelenmeye başlarlar.” Bize sürekli anlatılan insan doğası tanımını yerle bir eden bu gerçek insanın doğalında iyi olduğunu söylemiyor, iyiliğin de kötülüğün de ilişkisel olduğunu söylüyor. İnsanlar, etkin bir mücadele içinde olmasalar da, çevrelerindeki maddi dünyanın dönüşümlerini biliyor, kendilerini bekleyebilen korkutucu ihtimalleri seziyorlar, dayanışmanın yaşamsal olduğunu tam da yaşamın kendisi sebebiyle biliyorlar.

Deprem görüntülerinin birinde bir kadın kendini hayrete düşüren bir soğukkanlılıkla enkaz altında bir bebeğin olduğundan bahsediyor, “biri gelsin kurtaralım” derken kendi sesini duymanın şokuyla ekliyor: “Ben artık delirdim mi, ne oldu bilmiyorum.” Delirmeyişinin şaşkınlığı beni de yerime mıhlıyor. Delirtmeliydi bu dünya düzeni bizi, en büyük felaket bu: Delirmiyoruz. Ama bu bilgiyi de sezgiyi de hep isabetsiz yerlerde harcıyoruz.

Bu duygulanımları, bu kişisel sorumluluktan doğan çabaları, buradan filizlenen ortaklıkları, kolektif bilincimizi kapsayan ve aşan ortaklığa nasıl dönüştürebiliriz? Bu bilinci örgütlülüğümüze nasıl kolon yapabiliriz? Sonu yok mu bu dünya düzeninin?

“Her şeyin sonu var” diyen Küçük Kara Balık hikâyesinin yazarı Samed Behrengi’yi bundan 55 sene önce, Kahramanmaraş’dan 1000 km uzaktaki Aras nehrinde öldürdüler. Evrensel gazetesi, depremden sonra Kahramanmaraş’ı ziyareti ettiğinde oradan biri soruyor “Metin Göktepe’nin gazetesi mi?” Metin Göktepe’yi bundan 27 sene önce işkencede öldürdüler. Marmara depreminden sonra yardım için bölgeye giden madenciler, inşaat işçileri, devrimci örgütler, bu depremde de halkın ilk çağırdığı insanlar oldu. Neden bu örnekler? Toprağın altındaki kılcal damarlarda akan bir su var, toplumsal hafızanın akarsuyu. Bu toprağın çatlaklarından filizlenecek olana can suyu olması için o suyun gürül gürül bir nehre dönmesi gerekiyor.

Aynı hikâyede “Bu lafları bana birinin öğrettiğini düşünüyorsun ama bilmeni isterim ki çoktandır düşünüyordum ben bunları,” diyor. Son günlerde çıkan nice yazıda ünlü teorisyenlerden, siyaset bilimi kitaplarından alıntılar var, bunlar ancak konuyu derinleştirmeye yarayabilir ya da söze yoldaş edilebilir. Sızılacak, doldurulacak, içinden filizlenilecek çatlak oradadır.

Başka bir bağlamda yazılmış yazılardan biri bir şiiri hatırlattı. Böyle günlerde kırılıp dökülürken, dermanı kalmayanlar için, evine düşen ateşin kederinden mecali olmayanlar için şair Paul Celan’ın uzun uzadıya tartışılan o meşhur dizesi akla düşmeli: Dünya yok oldu, seni taşımak zorundayım. Başka bir dünyaya.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share