Nisan, “Ulusal Şiir Ayı” olduğu için birkaç haftayı ilköğretim okullarında konuşma yaparak geçirdim. Her durakta kendi çocuk şiirleri kitabımdan bölümler paylaşıyor, deneyimli bir konuşmacı için fazla terliyor, şiire olan tutkumu yıllardır yeterince çekmiş kendi çocuklarım dışında birilerine yaymak istiyorum. Ayrıca öğrencilere yakın zamanda sınıfta şiirle ilgili herhangi bir faaliyette bulunup bulunmadıklarını soruyorum. Şimdiye dek her okulda duyduğum ortak bir cevap var. Doğru bildiniz, haikular.
Benim kitabımda hiç haiku yok. Kazara en yaklaşanı, arka kapağın ilk baskılarından birinde yazan birkaç satır olabilir: “Hey çocuklar! / Şiirden nefret ettiğinizi mi düşünüyorsunuz? / Bu kitap sizin için.” Bu mesajla ilgili karmaşık hislere sahibim, sadece berbat bir haiku örneği olduğu için de değil. Bir yandan, evet, bu kitap gerçekten de sizin için, lütfen satın alın. Öte yandan çocuklara “Bu şiirden nefret etmeyeceksiniz” dediğimizde gizliden gizliye çoğu şiirden nefret etmeleri gerektiğini mi söylüyoruz diye merak ediyorum.
Bana o tipik ebeveyn sahtekârlıklarını hatırlatıyor: “Çoğu sebzeyi sevmeyebilirsin, ama bu sebze lezzetli, hadi dene!” Şiir hangi ara edebi brokoli oldu? Sırada ne var, çocuklarımıza bir sone okurken “Uçak geliyor!” diye şarkılar söylemek mi? Çocukların şiirden nefret ederek doğmadıklarına eminim. İlk yaşlarında nasıl maruz kaldıklarına bakmak lazım, tekerlemeler, resimli kitaplar, danaların bostana girmesini anlatan o salak şarkı. Peki, sonra ne oluyor? Bu soru, çocukların okullarda şiirle genellikle nasıl karşılaştıklarını düşünmemi, diğer konuların nasıl öğretildiğiyle karşılaştırmamı sağladı.
Sanata parmak boyasıyla ve malzemeleri keşfederek başlarız. Kötü sanat diye bir şey yoktur. Yazarlıkta “yaratıcı imla” eğilimi var, yani eğer acemi bir yazarsanız ktü imla dye bişe yoq[i]. Çocukların yaptığı maçlarda skor tutmamak gibi (yine de ben çocuklarımın oynadığı her maçta kimin kazandığını biliyorum). Neredeyse hiçbir alanda ayrıntılar önemsenmiyor ve çocukların işe koyulmalarına izin veriliyor, çünkü ustalaşmanın ilk yolu güven ve gerçek deneyim kazanmak. Onlara iyice kurcalamalarını, keşfetmelerini söylüyor, kuralları kafalarına takmamalarını tembih ediyoruz.
Peki şiirde? Haiku yazıyoruz.
Sefil hayatımda yaptığım herhangi bir şeyden hayli hayli daha değerli birkaç yüz yıllık bir sanat formunu bir kenara atma niyetinde değilim. Yetkin bir elden, yani benimkiler gibi olmayan bir elden çıkan haikunun bir yüceliği söz konusu olabilir. Haikular aynı zamanda şaşılacak şekilde incelikli. Sessizce, düşünceli bir şekilde doğa ve insan deneyimi arasında bir çizgi çeken bu formda yazmak kolay, ama hakkını vermek zor.
İlköğretim okullarında da basitliğinden dolayı popüler olduğunu tahmin ediyorum. Doğru. Öte yandan My Dinner With Andre’nin (Louis Malle, 1981) de basit bir yapısı var, ama dokuz yaşında bir çocuğun doğum günü partisinde ortalığı salladığını pek sanmıyorum.
Haiku yazmayı öğretmenin de eminim ferahlatıcı bir basitliği vardır. Ayrıca pek çok öğretmenin daha fazla bütçe talebinde bulunmak için dilekçe yazacak kâğıda dahi zar zor parası yeterken şiir eğitiminde yöntem tartışmalarından daha büyük meseleler olduğu aşikâr.
Yine de ebeveynler ve kendi kendini finanse edebilecek birkaç okul için söyleyeceklerim var. Daha geniş bir bağlamla birlikte sunulmadığı takdirde şiiri yalnızca haiku, akrostiş, beş dizelik kıtalar ve yedi dizelik prefabrik yapılarla deneyimlemek öğrencilerin şiiri, dili daha karmaşık ve sinir bozucu hâle getirmek için sadist hasımlarının bir denemesi olarak görme ihtimallerini artırabilir. “ŞİİR: Normal yazı gibi, ama daha da fazla kuralı var!” Önceleri şiiri seven bazı çocukların bir süre sonra ondan nefret ettiklerini düşünmeleri, sonra da ona katlanamayacak hâle gelmeleri hiç şaşırtıcı değil.
Konuşmalarımda denediğim bir yaklaşım, çocukların şiir hakkında bunun tam tersini düşünmelerini sağlamak. Standart dilbilgisine kıyasla daha fazla kuralı olan bir türden ziyade standart kurallardan azade bir tür olarak düşünsek nasıl olurdu? Standart dilbilgisinin alışıldık endişelerinden, düzgün cümle yapısından, geleneksel boşluklardan, hatta E.E. Cummings’seniz, klavyenin shift tuşunu kullanmaktan muafsanız, dildeki sözcüklerin bir anda ne kadar kuvvetlendiğine bir baksanıza.
“Kural yok” demediğime dikkat edin. Oraya buraya bomba atan keçisakallı bir anarşist değilim. Ritm, ölçü ve hisler hâlâ önemli, şiir öğreniminin ilk aşamalarında dahi. Mesele çocuklara hecesel şablonlardansa sözcükleri kurcalama, onlarla parmak boyası yapma imkânı vermekte, tıpkı diğer konularda yaptığımız gibi.
Çocukların şiiri kısıtlayıcı değil de zenginleştirici bulmalarına yardımcı olabilirsek keşfedecek ne kadar çok yön olduğunu fark edebilirler. Dr. Seuss ve Lewis Carroll, büyüleyici şekillerde bir mantığa oturan manasız sözcüklerden zıpır bir keyif alıyor. Nikki Grimes, kişiseli evrensel kılmak için imgeleme ve nokta atışı anlara başvuruyor. John Grandits sözcük ve çizim arasındaki çizgiyi dâhiyane bir biçimde bulanıklaştırıyor, şiiri resmin kendisi hâline getiriyor. Kwame Alexander’ın şablon kullanımı ve sesleri sözcüklerle bağdaştırma örnekleri (yansıma) okurun içler acısı bir anla sarılı hissetmesine neden oluyor. Şiirin sonsuz formu var, hangisini seçtiğiniz vermek istediğiniz mesaja bağlı.
Şimdi, benim kitabım bu yazarların işlerinin yanında bir restoranın çocuk menüsü üzerinde boya kalemleriyle yapılmış çizimlere benziyor. Şiirlerimdeki imgelemler dört hörgüçlü develer ve kelleşen kurt adamlarla sınırlı. Klasik bir forma yakın tek şiir “AŞK”ı oluşturan bir akrostiş, ama o da R, G ve P gibi başka harfler araya girip sözcüğe dahil olmak için ciyak ciyak cırlayınca yoldan çıkıyor.
Çocuklara söylediğim şeyse kendi çocuklarımı mutlu etmek, güldürmek, kimi zaman da kafalarını karıştırmak için yazdığım şiirlerle dolu kitabımın, ben bir şeyleri kurcalamaya, keşfetmeye ve kuralları takmamaya karar verince ortaya çıktığı. Şiirlerden birini daire şeklinde, yani sonsuza dek devam edecek şekilde yazdım. Bir diğeri tersten yazıldı. Bir tanesi sadece paradokslar üzerinden ilerliyor (“O gece güneşin dondurucu bir sıcaklığı vardı”). Biri neredeyse sadece “Avokado” sözcüğünün farklı tonlamalarına odaklanıyor. “Düello” adlı bir şiirde hiç sözcük yok, b ve d harfleriyle görsel bir hikâye anlatılıyor (sonunda q ve p’ye dönüşüyorlar).
Kitabın kendi yapısını bile kurcalamaya çalıştım. Sayfa numaralandırması 8 rakamının varlığını unutmuş birileri tarafından yapılmış gibi. Her şiir derlemesinin bir dizini olur, ben ayrıca kitaba girecek kadar iyi bulmadığım şiirlerden oluşan bir “Dışındakiler” ekledim. Bir diğer bölümün adı “Dünyanın En Tembel Sanatçısının Alfabe Kitabı”. 29 sayfadan oluşuyor ve her sayfa için tamamen aynı karalamayı kullansa da farklı adlandırma yapan bir sanatçının imzasını taşıyor.
Bütün bunlar teknik olarak şiir diye adlandırılabilir mi? Muhtemelen hayır. Gerçekte hepsi yazılı parmak boyamalarımdan ibaret, ama benim gibi terli ibişin teki koskoca bir kitap çıkarabiliyorsa çocuklara kendilerinin neler yapabileceğini hayal etmelerini söylüyorum.
Çocuk şiirleri kimi zaman pek ciddiye alınmıyor, çünkü komikliklerle dolu, ya da öyle olmaya çalışıyor. Elbette öyle olacak. Gülmek, bir insanın diğerleriyle paylaştığı ilk sosyal deneyimlerden biri. Daha da önemlisi gülmek, diğer duygulara geçişi sağlayan bir kapı gibi, eğer birini güldürebilirseniz onu rahatlatıyorsunuz, o kişide bir güven duygusu uyandırıyorsunuz ve başka duyguları keşfetmek kolaylaşıyor. Bu yüzden düğünlere dair bütün anılarımıza Salih Enişte’nin duygusallaşmadan önce ne kadar içtiğinden bahsedip gülerek başlıyoruz. Gülmek, bağ kurmanın en kolay yolu, bu bağ yazar ve okur arasında da olabilir. Bu yüzden konuşmalarıma da kitaptan birkaç komik şiirle başlıyorum, seyirci gardını düşürdüğünde ise biraz daha ciddi şiirlere geçiyoruz (“Dışarıda içe kapanığım, peki ya kafamın içinde? Orada hiç de içe kapanık değilim, daha çok dışadönüğüm”). Brokoli benzetmesine dönersek, eğer mizah hamuruyla kızartılırsa ciddi hisleri keşfetme işi çok daha lezzetli olabilir.
Gördünüz mü? İmgelem konusunda pek de iyi olmadığımı söylemiştim.
Hadi bir tane daha deneyeyim. Dünyada daha fazla şairin olması, benim için rekabetin artması riskini göze alarak diyorum ki ilkokul öğrencilerine şiiri sunarken onları haikudaki 5x7x5 vezni gibi etrafı çevrili çitlere hapsetmektense sözcüklerin bütün peyzajını kurcalamalarına izin verdiğimizden emin olalım. Vezinle, sözcük dizilimiyle, ritmle, ses yinelemeleriyle ve bir yazarın emrine amade envaiçeşit araçla ilgili keşfedecek birçok şey var. Eğer etrafta dolanmalarına izin verilirse kendileri için mükemmel bir yazı biçimi keşfedebilirler. Bu şiirler aynı anda bir resim çizen, her sözcüğü aynı harfle başlayan ya da hayattan bir kesit sunmak için bakış açısını değiştirip duran bir biçime sahip olabilir.
Hatta belki şey bile olabilir, evet, haiku.
*Bu yazı, Can Koçak tarafından Chris Harris’in Literary Hub’da yayımlanan yazısından çevrilmiştir.
[i] Siz yine de yazım yanlışlarını abartmayın.