“Biliyorum ki ben olmaksızın Tanrı bir an bile yaşayamaz ve eğer ben yok edilecek olursam Tanrı da zorunlu olarak kayıplara karışacaktır.” Arthur Schopenhauer’in mistik Angelus Silesius’tan aktardığı bu söz, insanı kimi zaman rahatsız edebilecek bir bütünlüğe sahip Charlie Kaufman sinemasını keşfetmemiz için ilk adımı oluşturuyor. Kaufman, senaristliğini yaptığı ilk filmi Being John Malkovich (Spike Jonze, 1999) ile çıktığı yolculuğu I’m Thinking of Ending Things (Charlie Kaufman, 2020) ile eve kesin bir dönüşle tamamladı. Kaufman’ı Google’da arattığınızda çıkan soruların başında “Kaufman öldü mü?” olması tesadüf değil, çünkü o da sinemasını yaşam, ben, biz ve başkaları üzerine inşa eder. Yazı boyunca bu izlek üzerinden Being John Malkovich, Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Michel Gondry, 2004), Synecdoche, New York (Charlie Kaufman, 2008) ve I’m Thinking of Ending Things filmlerini ele alacağım.
Craig’in Tragedyası
Kaufman tüm filmlerinde Başka’yı kendinde eriterek onun başkalığını yok etmeye çalışır. Onun sineması ise epistemolojik bir anlamak, bilmek eyleminden ötede, Dasein ile uyumlu bir anlamaya imkân sağlar. Seyirciyi bir yolculuğa çıkarır, dönüp bıraktığı yer yine kendisidir. Örneğin Being John Malkovich’te Craig adlı bir kukla ustası bir portal aracılığıyla oyuncunun bedenine girmenin yöntemini keşfeder. John Malkovich olmanın ya da herhangi biri olmanın tam olarak ne anlama geldiği film boyunca sorulan bir sorudur. Craig için bu soru kaçınılmazdır, çünkü o çok başarılı bir kukla ustası olmasına karşın çevresinden gerekli ilgiyi hiçbir şekilde alamaz. Karısı Lotte onun için ilgi çekici değildir, iş arkadaşı Maxine ise ulaşılmaz bir arzu nesnesidir. Oysa onunla aynı oyunu Malkovich yaptığında korkunç bir üne kavuşur. Kaufman, Craig’i bir başkası olmaya cüret ettiği için “cehenneme” yollar. Malkovich olma yolunda Craig hem karısını hem de âşık olduğu kadını kaybeder. Karısıyla âşık olduğu kadının birlikte olduğunu deneyimlemeye mahkûm edilmesiyle modern tragedya finalini yapar.

Craig Malkovich olsa dahi mutlu olamaz, bir başkası olma isteği mahkûm edilmesi gereken bir fikirdir. Craig idealist olduğu için mi kaybetmeye mahkûmdur, yoksa Tanrı olmaya çalıştığı için mi hüküm giymiştir? Kendine sunulan bilinci ya da kaderini kabul etseydi (amor fati), bu sondan kaçabilir miydi? Craig, Lotte ve Maxine arasında (belki buraya Malkovich’e duyulan hayranlığı da ekleyebiliriz) kim kimi gerçekten daha çok sevmektedir? Kaufman bu sorularla şekillenen aidiyet ve ben/başkası fikirleri üzerinden madalyonun diğer tarafını aramaya devam eder.
İlişkiler Tek Kişiliktir Manifestosu
İlk bakışta bir aşk filmi ya da ilişkiler üzerine bir film gibi gözükse de Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ın aslında bellek üzerine bir film olduğu kanısındayım. Film Joel’un hafızasını sildirme kararıyla başlar. Joel içedönük yapısıyla Craig’den ayrılır. Craig karanlık arzusu için ilişkisini feda edebilir, kendini bir başka bedene taşımaya cesaret edecek kadar cüretkâr, belki de korkaktır. Oysa Joel kırılgan ve iç dünyası geniş bir karakterdir. Filmin başında Clementine’ı çizerek başlar, onunla iletişime geçmeye cesaret etmez, çünkü onu kafasında kurmuştur bile. Filmin bir yerinde itiraf niteliğinde söylediği gibi ona biraz ilgi duyan her kadına âşık olur. Joel’un eksikliğini hissettiği duygu aslında tam da ilgilenilmek, aidiyet hissidir. İronik bir şekilde Joel Clementine’ı ortak hafızalarından kaçıp kurtarmak istediğinde onu anne evine, yuvaya götürür. Bu açıdan geçmişi yeniden kurgulatır hafızası, annesinin güzel arkadaşının, belki de ilk cinsel uyanışının yerine Clementine’ı koymayı uygun görür. Fiziksel olarak büyümesine rağmen annesine kaçınılmaz bir özlem duymaktadır. Film geriye doğru giderken Clementine onu tanımak istedikçe Joel’un kaçamak cevaplar verdiğini görürüz. Hafızasını sildirme kararı sırasında tuzağa düşmüş gibi hisseder. Craig iki kadın arasında seçim yaparken Joel ilişki içerisindeki Clementine ile gerçek Clementine arasında tercih yaptığının farkına varır. Clementine bir kitap gibi her şeyi anlattığı için Joel’un zihnindeki Clementine gerçektir. Hafızasındaki Clementine’a “Senin dışında bir şey hatırlayamıyorum,” sözü de bu tercihin farkına vardığı andır. Bu açıdan bu sahne, Kutlukhan Kutlu’nun isabetli yorumu gibi Neo ile kâhin arasındaki diyalogları anımsatır. Karar çoktan verilmiştir. Film boyunca hafıza sildirme eylemi üzerinden tüm insanların birbirleriyle ilişkilerine tanıklık ederiz.

İnsan varlığı gereği sofistikedir ve kendi hayalindeki kurgulara âşık olur, bir sinema bileti almayı da bu hisse benzetmek mümkündür. Paylaşılan şeyler genelde yüzeydedir, çekim esastır. Kaufman mutlu bir son sunmaz, ama filmi bir olasılıkla bitirir. Filme ismini veren şiir gibi her şey o deneme ihtimalidir, ne de olsa ilişkilerimiz de hafızamızla sınırlıdır. Craig’in aksine Joel efendi efendi kaderini kabul eder ve hafızalarına geri döner. Her yaşamın kendisine ait bir zamanı vardır, zaman nesnel değildir. Deneyim yaşama ağır basar.
Dünyadan Önceki Dünyanın Görüntüsü
çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti.
neden ben benim de sen değilim,
neden buradayım da orada değilim.
zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor.
güneşin altındaki yaşam sadece bir rüya mı?
gördüklerim, duyduklarım, kokladıklarım
sadece dünyadan önceki dünyanın bir görüntüsü mü?
Çocuk Olmanın Şarkısı, Peter Handke

Kaufman sineması Synecdoche, New York’la beraber zirveye ulaşır, olgunlaşır. Artık çocukluk geride kalmıştır, ne Craig gibi bir çocuğun bedenine dönmek bizi kurtarabilir ne de Joel gibi çocukluk anısına kaçmak mümkündür. Filmin başkarakteri Caden başarılı bir tiyatro yönetmenidir, bu açıdan senarist olarak başlayan Kaufman’ın yönetmen olmasını hatırlatır, filmlerinin kendi hayatını aynaladığını düşündürür. Bu film de diyalogların bolluğundan mekân, hatta şehir kullanımına ve çekimlerdeki ayrıntılara dek, baştan sona bir tiyatro oyununa benzemektedir. Kaufman aynanın karşısına geçmiştir, bir olasılığa işaret eden önceki filminin aksine Synecdoche açıkça bir hesaplaşmadır, Kaufman’ın kendi hayatının acısıyla boğuşan bir kukla ustasından hayatı anlamış bir tiyatro yönetmenine uzanan hikâyesidir. Film boyunca Caden ile biz de hafıza problemi yaşarız, bu da aslında Kaufman sinemasının değişimine işaret etmektedir. Caden’ı televizyon ekranından izlememiz de seyirciye uyarı niteliğindedir. Bu açıdan Coen Kardeşler’in “gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır” ironisi gibi film baştan sona gerçek olmadığını, tamamen yaşamın temsili olduğunu ifade eder. Caden kendi tiyatrosunda kendisini oynayarak başlar. 17 yıl boyunca kendisini oynayacak oyuncuyu arar, yani filmde gördüğümüz Caden’ı oynayan Philip Seymour Hoffman’ı. Bu açıdan kafa karıştırıcı gibi gözükse de aslında Kaufman bir tiyatro oyunu icra etmeye çalışan bir yönetmenin hayatını çekmektedir. Film boyunca oyuncu seçmelerini de görürüz, film kendine bol bol referans vererek bize kendi yapım hikâyesini, Kaufman’ın kendi sinema yolculuğunu da anlatır. Bu 17 yıl boyunca aslında film de değişime uğrar. Synecdoche, New York’un Kaufman sinemasının zirvesi olması da kanımca bu yüzdendir. Film baştan sona kendini aynalarken oyuncular da âdeta oynamıyorlar da eyliyor, sahneliyor gibi görünmektedirler. Belki de binlerce kez referans verilen “Bütün dünya bir sahnedir,” sözü ilk defa tam anlamıyla karşılık bulur sinema dünyasında. Tiyatroda hem Hazel vardır hem de Hazel’ı oynayan kadın. Bu kimin kimi oynadığı, kimi temsil ettiği karmaşasından kurtulmak için filmi baştan sona “ayna” olarak görmekte fayda var. Yani film boyunca “oynamak” ve “-mış gibi yapmak” arasındaki kaygan zemin kaybolur, çünkü oyuncular karakterlere bürünür. Caden/Kaufman da aslında bahsettiği karakterlere bürünmüştür, nitekim gerçekten de bu hayat herkesin kendi öznel varoluşunu yansıtma çabasıdır, yani hepimizin yaşantılarının toplamıdır. Bu açıdan fırlatılmış bir özne olarak kendi özel deneyimlerimizi kaybetmeye başlarız, büyümek de belki tektipleşmektir, herkesleşmektir. Film biterken de âdeta Joel’e seslenir Kaufman: “Başka bir deniz yoktur (…) Başka bir şey umma! Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.”
Varlığın Yazgıdüzeninin Rotasında
Hasan Ünal Nalbantoğlu “yazgıdüzen” sözcüğünü Almanca Geschick’in karşılığı olarak önermişti. İngilizcede olduğu hâliyle kullanılan bu kavramı “kader, talih, kısmet” gibi sözcüklerle açıklamak mümkün. Kaufman bütün filmografisiyle bu kavramı ustalıkla selamlar ve I’m Thinking of Ending Things sayesinde gerisin geri Joel ve Clementine’ı bıraktığı yuvaya döner. Tüm yollar ne kadar uzak ya da sapa görünse ve engellerle dolu olsa da hepsi yuvaya dönüşten ibarettir. Film her ne kadar Jessie Buckley’nin canlandırdığı karakterin hikâyesi gibi anlatılsa ve afişlerde o görünse de aslında seyir sırasında sürpriz bir dönüşüm geçirmektedir. Başkarakterin adını film boyunca öğrenmeyiz, mesleği değişir, farklı yönleri vurgulanır. Çünkü IMDB’de de “genç kadın” olarak geçen bu karakter baştan sona bir hatıradan ibarettir. Öyle ki aslında filmin belki de tek karakteri Jake’tir. Söz konusu film tek yönlü bir bilettir, seyirci için Eternal Sunshine of the Spotless Mind’a geri dönüştür. Eski aşkı unutmak ve yeni hayata başlamak için izlediğimiz Joel’un aksine Jake her şeyi hatırlar ve büyük bir depresyon geçirir. Hayat ona adil davranmamıştır, potansiyelini kullanamamıştır. Tiyatroları, gösterileri mesleği gereği izlemiş, ama bir türlü sahneye çıkamamıştır.

Filmin başında iç ses olarak genç kızın sesini duyarız, ama film ilerledikçe aslında her şeyin Jake’in hayalindeki kadın, belki de unutmak istediği ailesine yaptığı yolculuğa dönüştüğünü anlarız. Jake doğduğu büyüdüğü eve dönmüştür, “ama dönmek kabiliyet değil zorunluluktur”. Aslında söz konusu mevsim kış mı bilmiyoruz, ama Jake için her zaman kar yağmaktadır. Genç kız arkadaşını konuşturduğunu seyirci olarak sonradan fark ederiz, yani Jake kız arkadaşının zihnindeki temsilinde kendisinden sıkılmıştır. Araba yolculuğu eve, geçmişe, aileye, belki de her şeye bir dönüştür, Jake hem bu yolu yürür hem de bunların bitmesini ister. Unutmak bir tercih ya da vazgeçilecek bir eylem değildir; varlığımız, bilincimiz, benliğimiz, mevcudiyetimiz hatırlamaktan ibarettir. “Her şey yolda geçmektedir; bizim hazır bulduğumuz ve üzerinde sebatla kalabileceğimiz yolda,” diye aktarır Nalbantoğlu Heidegger’den. Her yol, durak ve geri dönüş, ulaştığımız noktaya bağlıdır. Geçmişe dönüp baktığımızda ihtimaller, hayal kırıklıkları ve kaçan fırsatlar bizi nostaljiye ve geçmişe hapseder. Oysa kahramanlar evlerini terk eden, harekete geçen; evi geride bırakmayı deneyen, yenilen ve yeniden deneyen bireylerdir. Jake bize karanlık dünyasına doğru tek yönlü bir yolculuk yaptırır. Ama Kaufman’ın tüm filmografisini ele aldığımızda karşımızdaki bütünlük âdeta bir etik dersi sunar. Bergson sinema teorisi üzerine düşünürken, zamandan söz ettiğimiz an mekâna da geçtiğimizi ifade eder. Nitekim zamandan bağımsız bir mekân, mekândan gayri bir zaman mefhumu mümkün değildir. Oysa zihinde geçmişe gitmek ya da anılar üzerine düşünmek bir sıçrama, kıvılcım gibidir. Geçmiş, gelecek ve deneyimlediğimiz her şey noktasaldır. Çünkü zaman algımız bir nedensellik bütünüdür. Bir gün aynada gördüğümüz kişiye ben dedik, başkalarına anne, baba, cisimlere de masa, ağaç… Başkası olduk, hayaller kurduk. Yaşam alışkanlıktır, insanın en güçlü ve zayıf yönü uyum sağlamasıdır. Başka bir Jake mümkün değildir, bu koşullar, imkânlar ve engeller karşısında yegâne bir Jake mümkündür. Çünkü herkes bu gerçeklik içerisinde kendi hikâyesinin başrolüdür ve herkes elinden gelenin en iyisini ortaya koymaya çalışmaktadır.
Tek solukta okudum. Vay be
Kaufman benim için neyse siz de o’sunuz artık