“Kapitalizm birini seçmemizi istiyor: Çiftçi geçinemesin mi, yoksa birileri aç mı kalsın?”

İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız.

Gıda tedarik zincirleriyle salgın hastalıkların ilişkisine odaklandığımız yazı dizisinin ilk dört yazısı boyunca meselenin tarihsel perspektifini çizmeyi denemiş, dünyadaki ve Türkiye’deki durumu özetlemiştik. Sıradaki dört yazıda ise farklı alanlardaki çalışmalarıyla gıda tedarik zincirlerine dair söz söylemeye devam eden isimlerle röportajlar yapıp “Ne yapmalı?” sorusuna yanıt arayacağız.

Gıda ve sürdürülebilirlik, alternatif gıda ağları ve tarımın ekonomi politiği üzerine çalışmalarını takip ettiğimiz Dr. Candan Türkkan’la Zoom üzerinden bir araya geldiğimizde ona “Alternatif üretim ve tedarik zinciri modellerinde gıda talebi nasıl karşılanacak?” sorusunu yöneltmeyi, sohbeti bu soru ekseninde biçimlendirmeyi planlıyorduk. Konuyu araştırmaya görece yeni başlamış insanlar olarak lafın bir şekilde kamu desteğine, sübvansiyonlara geleceğini düşünüyorduk. Türkkan’ın ilk sorumuza verdiği cevap işin hiç de sandığımız gibi olmadığını ortaya koyarken hazırladığımız soruların büyük bir çoğunluğunu da çürüttü. Öte yandan değişen gidişatıyla birlikte bizim için fazlasıyla ufuk açıcı olan bu sohbetin, neyi nereden konuşmaya başlamamıza dair önemli ipuçları barındırdığına inanıyoruz.

Candan Türkkan
Candan Türkkan

Tarım sistemindeki kriz uzun süredir devam ediyordu, COVID-19’la beraber görünür oldu. Peki, bu durumda devletlerin tarım politikalarına dair önemli bir değişiklik bekliyor musunuz?

Ben buna iki koldan cevap vereceğim. Birincisi ben olarak, ikincisi siyaset bilimci olarak. Tartışma boyunca bu ayrımı gözetmeyi planlıyorum. Ama bu soru için cevabım, her ikisi için de hayır. Yani devlet politikası açısından herhangi bir değişiklik öngörmüyorum. Türkiye özelinde de, küresel olarak da.

Bu sadece bizim sorunumuz değil, bunun altını çizmek gerekiyor. Benzer tartışmalar Hindistan’da, Vietnam’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kanada’da, Hollanda’da da var. Tabii ki her küresel sorun gibi bunun da yereldeki yansıması farklı oluyor. Her bağlamın, her yerelliğin farklı dinamikleri olduğu için küresel bir gerçeklik yerele her seferinde farklı şekilde eklemleniyor. Öte yandan bu krizin var olması devletlerin buna çözüm üreteceği anlamına gelmiyor. Yereldeki aktörler bunlara çözüm üretse bile devletlerin bunu makro politikalara dönüştüreceklerinin, kendi ülkelerinin içinde bile yaygınlaştıracaklarının garantisi yok. Devletlerarası veya devletlerüstü seviyede de bu krizin düzeltilmesi, atlatılması için adımların atıldığına şahit olmuyoruz. Ben bu noktalarda oldukça karamsarım, hiçbir iyileşme beklemiyorum. Kriz en iyi ihtimalle şu an olduğumuz şekilde devam edecek, en kötü ihtimalle ise kapitalistleşme sürecek ve bu jenerasyon bunun dezavantajlarını bizzat yaşayacak.

Bu durum sormak istediğimiz ikinci soruyla da biraz ilişkili. Devletlerin herhangi bir kamusal politika değişikliği yapmasını beklemiyoruz. Bir yandan da alternatif gıda hareketleri canlanıyor, artıyor, insanlar bu konuda bilinçleniyor, ya da ne yediğini, yemeğinin nereden geldiğini, bu ilişki ağlarını bilmek istiyorlar. Öte yandan bunlar sadece sağlıklı gıdaya erişmeyi değil, ekoloji ve sosyal adaleti de dert edinen gruplar. Peki, bunların kitleselleşmesi ve kamusal politikaya dönüşmesi için baskı hâline gelmesinin olasılığı sizce nedir?

Burada cevabı yine ikiye böleceğim. Alternatif gıda ağlarını kimin istediğini, bir de bu insanların ne istediğini, nasıl istediğini önemsemek gerekiyor.

Türkiye’de alternatif gıda ağları olarak baktığımız şeyin ciddi sınıfsal bağları var. Bu bir orta ve üst sınıf temennisi, talebi. Fakat alt sınıfın, alt sınıfların diyeyim hatta (bu tanım da hangi teorik çerçeveyi kullandığınıza göre değişiyor tabii), zaten alternatif gıda ağlarına benzer ağları vardı ve bunları kullanıyorlardı. En ünlüsü, en çok bilineni Esenler Otogarı’na gelen otobüslerin kargo kısımlarından çıkan, köyden herkesin, her hasat zamanı yolladığı gıda torbaları. Bu da köyle kent arasındaki ilişkileri besliyor. Çocuklar bazen o hasat torbalarıyla beraber gelir, eğitimini şehirde alır, her hasat ya da tatil zamanı köye, ailesinin yanına döner. Bu şekilde iki taraf, yani köydekilerle kenttekiler arasındaki iletişim de sağlanır. Bunun bir benzeri son yıllarda ortaya çıkmaya başlayan, mesela ilçelerde ailenin bir kısmının kent ekonomisine, bir kısmının da köy ekonomisine entegre olduğu hibrit haneler. Bunları alternatif gıda ağlarından ayırmak gerekiyor. Alternatif gıda ağı deyince tüketici kooperatifi ya da organik, temiz gıdayı, bunun hangi çiftçiden geldiğini bilme talebini, ayrıca kurulan ve olabildiğince sıkı denetlenen organik pazarları anlıyoruz. Genelde bunların fiyatları piyasa fiyatının %25 ila %40 üzerinde oluyor. Bütün bunları alt alta koyduğunuz zaman da bir sınıf profili öyle ya da böyle ortaya çıkıyor. Bu alanlara girdiğinizde zaten o sınıf farkını net bir şekilde görüyorsunuz. Kâğıthane Pazarı’ndan alışveriş yapan gitmiyor Feriköy’deki organik pazara. Birbirine yakın olsalar bile ikisinin arasında bir alansal ve demografik ayrım oluyor. Bunları da hesaba katarak tarım krizine bir çözüm olabileceğini kabul etmekle beraber alternatif gıda ağlarının kim için, ne için, nasıl çözümler önerdiği soruları ekseninde iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan da kastım şu: İşin sınıf dinamiğinin kesinlikle atlanmaması gerekiyor.

Saha çalışmaları sırasında çiftçilerle, yani bu ağların içindeki üreticilerle ve tüketicilerle, ayrıca bu ağları yönetenlerle, örgütleyenlerle konuştuğumda çok sık duyduğum ve beni çok rahatsız eden bir şey var. Gıda, özellikle de iyi gıda ucuz olmamalı diyorlar. Haklılar, çünkü ucuz olursa çiftçi geçinemiyor, bunu görüyoruz, insanlar topraklarını bırakıp gidiyorlar, bu da ciddi bir sıkıntı yaratıyor, tarım krizini körüklüyor. Öte yandan eğer iyi gıda ucuz değilse insanları nasıl besleyeceğiz, aç mı kalsınlar? Üstelik bu ekonomik krizde, şaka mı yapıyorsunuz?

Bu maalesef gerçekten çok kötü, sinir bozucu bir denklem. Siz asgari ücretle ev geçindirmeye çalışan bir işçiye, “Kardeşim az et ye, ama iyi et ye” diyemiyorsunuz, diyemezsiniz yani. Zaten bir kere kimsenin kimseye böyle bir şey söylemeye hakkı yok, önce onu netleştirelim. Ama bunu söylemeye kalksanız bile işin matematiği ortada. O maaşla bu değirmen dönmüyor, ama aynı şekilde çiftçinin değirmeni de dönmüyor. Eğer gıdanın fiyatı artmazsa çiftçi geçinemiyor, ama gıdanın fiyatı artarsa birileri aç kalıyor. Yani kapitalizm birini feda etmemizi istiyor, birileri aç kalacak, kimi seçeceksiniz diyor. Genel kanaat çiftçilerin aç kalması yönünde. Alternatif gıda ağlarındakiler de diyor ki, çiftçiler aç kalmasın, ben de aç kalmayayım, parasını veremeyen konvansiyonel üretimden beslensin. Bunun söylenmeyen bir hissiyat olarak burada durduğunu düşünüyorum. Saha çalışması sırasında birkaç kişiyi sıkıştırıp bunu söylediğimde genelde çok ters, “Biz hiç öyle demiyoruz, herkesin buna hakkı var, herkes bu işin içine girerse fiyatlar zaten inecek,” gibi tepkiler aldım, ama fiyatlar inerse çiftçi zaten beslenemiyor, çiftçinin değirmeni dönmüyor bu sefer. Tam da bu değil miydi zaten mesele? Oysa üretimi arttırıp gıdayı ucuzlatmaktan ziyade pahalı ama temiz gıdayı alabilen insanların sayısını da arttırabiliriz. Ama bu kısmı konuşmaya hiçbir zaman sıra gelmiyor. Burada aslında başka bir ekonomik sorun var, o da maaşların düşük olması, varlığın ise belli bir sınıfta yoğunlaşması. Bildiğiniz kapitalizm problemi aslında, yeni hiçbir şey söylemiyorum. Biz bunun gıda alanına yansımasını ve tarım krizine dönüşmesini görüyoruz, fakat buna cevap olarak üretilen çözüm de bizi yine sınıf çarpışmasının göbeğine atıveriyor.

Şimdi bu işin bir tarafı, diğer tarafı da sorununuzun ikinci kısmıyla, alternatif gıda ağlarının kamusal politikalara evrilip evrilemeyeceği, kamu politikaları içinde kendisine yer bulup bulamayacağıyla ilgili. Bu bence çok önemli, fakat beni yine çok rahatsız eden bir soru. İki nedenle rahatsız ediyor. Birincisi neoliberalizmin içinden geçiyoruz zaten. Türkiye’de, 1980 sonrasında, yaşamımızın öyle ya da böyle bir parçası hâline gelmiş politikalar bunlar. Foucault’nun da anlattığı gibi neoliberalizmin en önemli unsurlarından biri devlete ve kamuya olan güvensizlik. Bu bağlamda devletin piyasaya müdahalesinin ciddi bir eleştirisi söz konusu; neoliberalizm bunun üzerine inşa edilmiş, oturtulmuş bir ekonomik anlayış. Devleti olabildiğince piyasalardan, hatta toplumdan uzaklaştırma gayreti var. Biz şu an bunu yaşıyoruz, siz de ürettiğimiz çözümün kamusal olarak uygulanıp uygulanmayacağını soruyorsunuz. Oysa bu, neoliberalizmin tahayyül ettiği piyasa-toplum-devlet ilişkisine ters. Amaç zaten devleti kamunun dışına atmak. Öncelikle şunu netleştirelim, zaten kamuya alerjik bir düzenin içindeyken, bu düzenin sorunları için geliştirilmiş bir çözümü siz kamusal boyuta çekemezsiniz, bu olmaz. Devlet bunu alır ve bize başka bir şekilde giydirir, alternatif gıda ağları diye yola çıkarız, sonra karşımıza gelen apayrı bir canavar olur.

Öte yandan bu konuda çalışan insanlardan bir kısmının beklentisi tam da bu. Biz o kadar çok kooperatif kuracağız ki, örneğin 200 ya da 300 adet, sonra da devlete bakın biz yapabiliyoruz ve bu sistem işliyor deme şansımız olacak diyorlar. Siz bunun mümkün olmadığını, bunun bir karşılığı olmayacağını mı düşünüyorsunuz?

Freud’u pek sevmem, çünkü çok cinsiyetçidir, ama bu babaya kendini kanıtlama isteği nereden geliyor, bunu gerçekten çok merak ediyorum. Yani neden, niye devlet? Biz kooperatifler kurarak kendimizi örgütlemeye çalışıyoruz ki gıda sistemine alternatif geliştirebilelim, ama bir yandan da zaten bu gıda sisteminin ortaya çıkmasına neden olan ana aktörlerden birine kendimizi ispat etmeye çalışıyoruz. Bu bana gerçekten çok ters geliyor. Niye bunun için vakit kaybediyoruz, bence bu en iyi ihtimalle vakit kaybı. Ama dediğim gibi, işin teorik tarafında da bir uyumsuzluk var. O uyumsuzluk neden görünmüyor, neden algılanmıyor, hiç bilmiyorum. Bence daha derin bir mesele.

Peki, bu durumda bunun bir kamusal politikaya dönüşmesi, devletin bir şey yapması çok düşük bir ihtimal. Biz kendi kendimize örgütleniyoruz, bunun da kitleselleşme potansiyeli düşük. Ama bütün bu süreçte endüstriyel tarım sadece bizim sağlığımıza zarar vermiyor, aynı zamanda gezegene de zarar veriyor ve sürekli ne kadar az zamanımız olduğundan söz ediliyor. O zaman ne olacak? Sizin de başta bu konuda çok karamsarım dediğiniz bu mu, aslında bir çıkış yolu yok mu?

Derslerimden birinde bu konuyu inceliyoruz: O zaman ne olacak? İlk iki hafta politik ekonomiye giriş tartışıyoruz. Üç kasabayı ele alıyoruz, birinde hasat azalmış, öyle olunca fiyatlar artmış, o zaman yan taraftaki komşu şehir devleti bu şehir devletine mal satsın mı satmasın mı, kral izin versin mi vermesin mi diye düşünmeye başlıyoruz. Öğrenciler iki dakikada giriyorlar birbirlerine. Fiyat denetimi isteyenlerle serbest ticaret olacak diyenler arasında enteresan tartışmalar çıkıyor. Sonra oradan gıda sistemine geliyoruz, farklı çözüm stratejilerine, denemelerine bakıyoruz. Organik, fair trade, alternatif gıda ağları ve yerelcilik, etik tüketicilik, veganlar, vejetaryenler, punk food… Böyle farklı seçenekleri, alternatifleri tartışıyoruz.

Benim burada tek politikam var, hiçbir şeyi tek çözüm olarak almamak, buna bağlı olarak da her şeyin olumlu ve olumsuz yanlarını görmek. Yine bu bağlamda, öğrencilerime hep söylediğim bir şey var: Yiyeceklerin siyasası kimi ne kadar kazıkladığınızla ilgili. En başta size de söylediğim gibi bizim önümüzde iki seçenek var, ya çiftçileri kazıklayacağız, ya da alt gelir grubunu. Burada bir dengesizlik var. Bizden de ha bire, her sokağa çıkıp alışveriş yaptığımızda bu taraflardan birini seçmemiz bekleniyor. Öncelikle bunun yanlış bir ikilem olduğunu görmek önemli. Biz aslında ikisi arasında seçim yapmıyoruz, çünkü biz seçim şansı olan insanlar değiliz, bizim de kaynaklarımız sınırsız değil. Aslında sistemsel olarak biz de bir tarafa çoktan itelendik, onun içerisinde seçim şansımız varmış gibi davranıyoruz. Bu işin bir boyutu.

Bir de neye ve kime öncelik verdiğiniz çok önemli. Bir ekonomik sistemde önceliğiniz ne? Önceliğiniz insanların doyması mı, gayri safi hasılanızın artması mı, çevreyi ya da yaban hayatı korumak mı? Bunların hepsinin farklı imaları var, değil mi? Birini öncelik hâline getirdiğiniz zaman, öncelik olmayan diğerlerini, maalesef ki kapitalizmin bir sonucu olarak zor durumlara itekliyorsunuz. Bu bağlamda bence neler olacak sorusuyla neler olmalı zaten birbirinden ayrılıyor.

Neler olmalı kısmının cevabı basit, önceliğimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu bizim kolektif olarak belli önceliklerden vazgeçip yeni öncelikler yaratmamız anlamına geliyor. İyi gıda pahalı olmalı demek istemiyorum, böyle düşünmeyin lütfen. Ama liberal düşüncede hepimizin kendi çıkarını gözeten birer birey olduğumuz varsayılır, bize de maliyeti en aza indirip kârımızı en yükseğe çıkarmamız salık verilir. Bu kafa yapısından çıkmamız, önceliklerimizi bu bağlamda değiştirmemiz gerekiyor. Yaban hayatı, su kaynaklarını, toprak ve hava sağlığını korumak, çocukların doyması, insanların açlıktan ölmemesi önceliğimiz olmalı.

Bu işin bir tarafı, ama bunlar olacak mı ya da olabilir mi, apayrı bir soru. Onun cevabı da bence çok net, olamaz, böyle bir şey olmayacak. “Wake up and smell the coffee”[i], yok öyle bir şey. Bunu da bütün bunları bilen bir kahve ve çikolata bağımlısı olarak söylüyorum. Bunların tedarik zinciri rezalet, tarihlerinde sömürgecilik ve kölelikten tutun çocuk işçiliğine kadar ne ararsanız var. Konu üzerine yazılmış çok iyi çalışmalar olduğu için tekrar anlatmaya gerek duymuyorum. Kapitalizmin yükselmesiyle bu gıdaların ciddi bir ilişkisi var, beraber yükseliyorlar. Tüm bunları bilmeme rağmen günde dört bardak kahve içmediğim zaman rezalet bir insan haline geliyorum. Bu benim vicdanımı rahatsız ediyor mu, ediyor, ama içmeden yaşayabiliyor muyum, yani yaşarım tabii ki, dünyanın sonu değil, ama gerçekten çok sevimsiz bir insan oluyorum, kendimi de sevmiyorum. Şimdi, biraz gıdanın bu yönünü de konuşalım. İnsanlar için çok kişisel bir mesele bu, o yüzden davranışları değiştirmek de o kadar kolay olmuyor. Örneğin veganlar hayvanların bunca zulümle karşı karşıya kaldığını bilmelerine rağmen et yemeye devam edenlerden çok dert yanarlar. Etrafınızda görüyorsunuzdur, ya da ailelerinizle ve sevdiklerinizle deneyebilirsiniz, ben et yemiyorum deyin, bakalım nasıl tepkiler geliyor. Bireysel değişiklik zaten zorken bunu bir de kolektif olarak yapmak, öncelikleri değiştirmek, bunu siyasete eklemlendirmek…

Birkaç sorumuz kendiliğinden imha oldu zaten. 

Merak ediyorum ne soracaktınız.

Temel ihtiyaçlarını karşılamakta sıkıntı yaşayan insanların şu an için sağlıklı ve sömürüsüz gıda talep etmesi zor görünüyor. Bu bilinç ve örgütlenme nasıl tabana yayılabilir? Çoğunlukla sağlıksız gıdaların vücudumuza ve gezegenimize uzun vadeli etkileri oluyor. Maaşını ay bitmeden yetiştirmeye çalışan bir insan için kanser oranlarının artması ya da antibiyotik direnci geliştirmemiz, hatta gezegenin ölmesi ne kadar büyük bir tehdit olabilir?

Burada şunun altını çizeyim, bunları insan hakkı, hayvan hakkı, ya da çevre hakkı diye bir hiyerarşiye sokmak yanlış. Zaten bizim insan haklarından konuşamamamızın, insanları bu konuda ikna edemememizin temel nedenlerinden biri insanların soyut olarak o haklarla başka haklar arasındaki ilişkileri algılayamaması. Bu beni çıldırtıyor. Bazen derste öğrencilerim de söylüyor, hocam ülkede bunlar bunlar olurken köpekleri mi düşüneceğiz? E düşüneceksin! Köpekleri düşünmediğin için bugün senin başına bunlar geliyor demek istiyorum, ama demiyorum.

Tabii ki o ilişkiyi kurabilmek önemli. Sonuç olarak biz bununla ilgili okumalar yapıyoruz, bu ilişkiyi yavaş yavaş kurmaya başlıyoruz, ama en büyük önceliği sabahtan akşama kadar çalışıp maaşını ayın sonuna kadar yetiştirmek ya da çocuğunu bir şekilde okula göndermek olan bir insan için bu ne kadar büyük bir öncelik olabilir? Aslında bununla ilgili ne yapabileceğimizi sormak istemiştik.

Yine aynı yere geliyorum aslında, o kişinin maaşının o kadar düşük olması ve ekonomik olarak bu kadar zorlanmasıyla etin endüstriyel mezbahada olması ve onun o eti o şekilde tüketmek zorunda olması birbirine kökten bağlı. Burada belki de insanları sorunlar üzerinden ikna etmeye çalışmaktan ziyade kapitalizm üzerine konuşmamız gerekiyor. Benim zaten gıda ile ilgili en temel dertlerimden biri bu. Biz hep gıdayı apayrı bir şeymiş gibi konuşuyoruz, gıda sorunu, tarım krizi, tarım sorunu… Gıdaya, gıda alanlarına, endüstrilerine has sorunlar tabii ki mevcut. Fakat bu sorunlar kapitalizmin yarattığı sorunlar, bizim tartışmamız gereken şey kapitalizm. Yani eğer asgari ücretin neden bu kadar düşük olduğunu, insanların bu parayla neden yaşayamadığını tartışırsak ve o maaşları yükseltmeyi konuşabilirsek belki insanlar o yüksek maaşlarla endüstriyel et tesisinden et yemek zorunda kalmaz, belki doğrudan çiftçiden et almaya ve daha kaliteli et yemeye başlarlar, belki zamanla endüstriyel et ile kapitalizm ilişkisini kurarak et yemeği tamamen bırakırlar. Yani bu meseleyi kapitalizmin bir sorunu olarak kurgulamak gerekiyor.

Bu bağlamda şu da çok önemli mesela, ciddi bir varlık üretimi var, fakat üretilen varlıklar eşit dağılmıyor. Hatta o kadar eşitsiz dağılıyor ki, gerçekten saçmalık seviyesinde. Belki üretici biraz daha kâr ederse, çiftçi, amele, maraba biraz daha fazla kazanırsa, tarım işçisinden de bahsediyorum burada, belki o zaman bu dinamikleri değiştirebiliriz. O nedenle konuşmaya alternatif gıda ağlarından ziyade kapitalizm krizinden başlamak gerekiyor. Öte yandan, burada çok sevdiğim bir şey yapıp kendimle zıtlaşacağım, kapitalizmden konuşmak da genelde büyük bir tepkiye neden oluyor, insanlar çok siyasi buldukları için bu konuya girmek istemiyorlar. Oysa alternatif gıda ağları farklı gelir gruplarından herkesin konuşmayı sevebileceği bir mesele. Tamam, ikisi size bu durumun farklı yansımalarını aktarırlar, ama gene de gıda noktasında buluşabilirler, bu da önemli bir araç olabilir. Bu sorunları çözmek için konuşmaya başlamak gerekiyor, bu konuşmanın nereden başlaması gerektiği benim de çok kafa yorduğum bir konu.

Kriz ve Gıda Tedarik Zinciri” yazınızda mevsimlik tarım işçilerinin gıda sistemi için öneminin COVİD-19 salgını sırasında görünür hâle geldiğinden, onların çalışma şartlarının iyileştirilmesinin gıda sistemini daha dayanıklı ve adil hâle getireceğinden söz ettiniz. Bunu nasıl mümkün kılabiliriz?

Burada yine iki şeyi düşünmek gerekiyor. Birincisi mevsimlik tarım işçilerinin şu anki dinamiklerini ve mevsimsel göçleri anlamak, her şeyden önce de göç etmek zorunda olan insanların yaşam şartlarını ve göç etme şartlarını iyileştirmek. Çok somut şeylerden bahsediyorum, çadırlarda kalıyorlar, belki bunun yerine prefabrik evlerde kalabilirler, temiz suya erişimlerinin olup olmadığı da önemli. Bu işin bence atlanmaması gereken böyle altyapısal, gayet lojistik tarafları var, ama bu tarz tartışmalarda bunları sık sık atlıyoruz.

İkincisi de örneğin bu insanlar neden Urfa’dan kalkıp hasat için Denizli’ye geliyorlar, bunun üzerine düşünmek lazım. Urfa’dan göç etmelerine, Denizli’ye gelmelerine neden olan politik-ekonomik dinamikler neler ve neden bunu Denizli halkı aynı şekilde yapmıyor? Belki yapıyordur, fakat aynı oranda katılmadıklarını biliyorum. En azından mesela Edremit, Ayvalık yöresinde zeytin toplamak için hasada geldiklerinde aynı paraya çalışmadıklarını biliyorum. Kendi saha çalışmam sırasında yaptığım mülakatlarda bunu fark etmiştim, bölgedeki zeytinciler de gayet açık bir şekilde “Onlara verdiğim parayı onlara vermem,” filan diyorlardı. İşin etnik meselelerle birleşen, ırkçılıkla harmanlanan bir tarafı da var. Kadın-erkek eşitsizliklerinden bahsetmiyorum bile, kadınlara farklı ücret, erkeklere farklı ücret veriliyor, çocuklara apayrı. İşin önce bu tarafını anlamalıyız.

Bir de ücretli emeğin farklı dinamiklerini ortaya döken sorunları anlamak ve onlara çözüm bulmak gerekiyor. Yani Denizlili örneğin haftada ya da günde 150 liraya çalışırken, Urfalıyı 80 liraya çalışmaya razı eden şeylerin ne olduğunu anlamak gerekiyor. En önemlisi de Urfalıyı Urfa’da, Denizliliyi de Denizli’de tutup çalıştırmak, döngüsel ekonomi bağlamında düşünmek önemli. Orada çalışsın, orada kazansın, orada yesin, para orada kalsın, orayı çevirsin. Bu Urfalı için de önemli, hâliyle Denizlili için de. Bu konuyu bu üç kulvarda düşünebiliriz.

Aynı yazıda Dünya Gıda Programı’nın interaktif haritasında Türkiye’deki yetersiz beslenme oranının %5-10 arasında olduğunu belirtmiştiniz. Nisan 2020de yazdığınız bu yazı zaten bunun olumlu bir tablo gibi göründüğünü, ama umutlanmak için çok da sebebimiz olmadığını söyleyerek başlıyordu. Biz Kasım 2020de yayımladığımız yazı için araştırma yaparken ise aynı oranın %10-20 aralığına çıktığını gördük. Galiba kehanetinizin doğru çıktığını düşünmeliyiz.

Başladığım yere döneceğim, ama neoliberal politik ekonomi açısından baktığımızda tablo çok net. Burada pek de eğecek, bükülecek, söylenmeyecek, gizlenecek bir şey yok. Paranız varsa yiyorsunuz, yoksa yemiyorsunuz, bu kadar basit. Sistem de paranızın olmasını tabii ki istiyor, ama esas önemsediği hepimizin olabildiğince çalışır bedenler olmamız, olabildiğince varlık üretmemiz. Sistemin dışında kalmak çok istenen, sevilen bir şey değil. Bu bağlamda da Marx’a dönecek olursak yedek emek ordusundan bahsetmeliyiz. Sermaye sahibi olmayan hepimiz çalışmak zorundayız. Sermaye derken de geleneksel Marksist anlamdaki kapitalden bahsediyorum, üretim araçlarına sahip değilseniz çalışmak, emeğinizi satmak zorundasınız. Eğer siz emeğinizi satarak çalışıp yaşayabilirseniz, sadece kendinizi besleyecek ve rahat edecek kadar çalışırsınız. Oysa sistem sizden sizin rahat edeceğiniz kadar çalışmanızı istemiyor, hep çalışmanızı istiyor ki daha fazla varlık üretilsin, daha fazla artı değer ortaya çıkabilsin. Böyle olunca da zaten asgari ücretin düşük olması, alt gelir grubunun gıda güvencesizliğinden mustarip olması mantıklı ve gerekli ki evde boş oturacaklarına çalışsınlar. Bu tür dinamikler söz konusu.

Hâl böyle olunca yetersiz beslenme oranının artması çok normal, tabii ki öyle olacak. O sayının içerisinde o ürünleri yetiştiren çiftçilerin, tarlalardan toplayan tarım işçilerinin bir kısmı da olabilir. Düşünsenize, adam ürün topluyor, fakat kazandığı parayla topladığı ürünü alıp yiyemiyor. Trajedi bu değilse tam olarak ne oluyor bilmiyorum. Bu bağlamda pandemi kesinlikle birçok şeyi görünür kıldı, katmanlı hâle getirdi ve çok büyüttü. Uzun vadede de dediğim gibi bunun iyileşme olasılığını görmüyorum, aksine kötüleşecek diye tahmin ediyorum.

Peki, biraz daha umutlu bir noktada bitirmek adına son bir soru soralım. Alternatif gıda ağlarıyla birlikte mahallelinin bir araya geldiği, dayanıştığı alanlar çokça arttı. Ayrıca daha önce bahsettiğimiz gibi bu insanların tek dertleri sağlıklı gıdaya erişim değil, aynı zamanda birçok katmanla ilişkililer. Bu gıda hareketi üzerinden başlayan akım başka yerlere de sıçrayabilir mi, bunun katılımcı demokrasi için de umut verici bir yanı, gündelik hayatımızda dönüştürücü bir gücü olabilir mi?

Aslında olabilir, daha doğrusu olmasını umuyorum, olacak mı bilmiyorum. Ben olacağını umuyorum, siyaset bilimci tarafım ise kuşkuyla yaklaşıyor.

Başta belirttiğim ayrımı gözeterek bana çok ilham veren yazarlardan Ellen Meiksins Wood’un yazdığı bir şeyden bahsedeyim. Kendisi iyi bir siyaset teorisyeni, çalışmaları benim için gerçekten oldukça önemli, benim çalışmalarımı da fazlasıyla etkilemiş bir isim. Meiksins Wood bize (bugünkü sisteme ilham veren) eski Yunan demokrasisinin eşitlik ve özgürlük anlayışıyla bugün içinde yaşadığımız kapitalizmin eşitlik ve özgürlük anlayışı arasında ciddi tezatlar olduğunu söylüyor, hatta gösteriyor. Bence bu çok gözardı edilen, fakat çok önemli bir şey. Keşke daha çok kişi bunu anlasa ve önemsese…

Burada bütün çalışmalarını özetlemeyeceğim, bunu denemek bile çılgınlık olur, ama Meiksins Wood eski Yunan’da farklı ekonomik kapasitelere sahip vatandaşların siyasi açıdan eşit olduğunu söylüyor. Tabii burada özgür insanlardan bahsediyoruz, özgürlük de köle olmayanları, vatandaş kabul edilenleri kapsıyor, bu da çok dar bir tanım, aralarında kadınlar, çocuklar, göçmenler de yok, ama fikir yine de önemli. Köylü vatandaşlar, diğer vatandaşlarla eşit oldukları için ürettiklerini yasal veya siyasi mekanizmalarla diğerlerine kaptırmıyorlar. Bu da onlara ciddi bir özgürlük alanı bırakıyor, kendi kendilerini yönetmelerine olanak tanıyor. Oysa kapitalizm bize hem hepimizin eşit olduğunu söylüyor hem de üreticileri, üretim araçları sahiplerine rant ödemeye mahkum bırakarak ürettiklerini onlara kaptırmalarına neden oluyor. Bu da özgürlükleri sınırlıyor, kendi kendini yönetmeyi namümkün kılıyor. Meiksins Wood bunları çok güzel eşeler ve dağıtır, bu iki sistem arasındaki özgürlük ve eşitlik dengesizliklerini çok güzel ortaya koyar.

Sizin bahsettiğiniz mahalle meclislerindeki katılım ve orada yaygınlaşmaya başlayan demokratik değerler aslında bu sistemsel eşitsizlikleri, haksızlıkları tersine çevirmek için yarattığımız küçücük bir alan. Bunun büyümesini ve yaygınlaşmasını, burada kazanılan demokrasi pratiklerinin yaygınlaşmasını umalım, gerçekten, bu çok değerli. Bu tarz demokratik pratikleri tüketici kooperatiflerinde de direkt taban örgütlenmesine dayalı dernek ve kooperatiflerde de görüyoruz. Burada yalnız demokrasinin nihai bir nokta değil, insanların katılabileceği, nasıl daha iyi bir vatandaş olabileceklerinin pratiğini yapabilecekleri bir süreç olduğunu atlamamak gerekiyor. Tabii iyi bir vatandaş olmak unutmayalım ki kâr edebileceğiniz bir şey değil, yani ekonomik değil, salt siyasi bir aktivite. Siyasi şeylerin bu kadar ekonomikleştiği, ekonomik şeylerin de bu kadar siyasileştiği, para kazanmanın altınızda çalıştırdıklarınızdan ya da beraber iş yaptıklarınızdan para almaya dayandırıldığı bir sistemde de bu tarz demokratik süreçler hem çok önemli hem çok kırılgan. Umarım kalıcı olur, umarım yaygınlaşır. Pozitif bir noktada bitireceksek bence burası çok ideal, çünkü belki biz sistemsel olarak gıda sistemini düzeltemeyeceğiz, oligapolik gıda tedarik zincirlerinden kurtulamayacağız, ama bunlara karşı pratik geliştirmeye çalışırken oluşturduğumuz meclislerle, dayanışma ağlarıyla demokrasiyi pratik edebileceğiz. Bu da özellikle başlangıç için hiç fena bir kazanım değil.

[i] Türkçedeki “uyan da balığa gidelim” lafının muadili olan bu ifadenin doğrudan çevirisi “uyan da kahveyi kokla”.


*Bu yazı, Impact Hub Istanbul ve ABD İstanbul Başkonsolosluğu tarafından uygulanan Project Zoom desteğiyle hazırlanmıştır.

1 comment
  1. Merhaba,
    Aslinda sonunda bağlandığı üzere, demokrasinin gelişmesi yada vatandaşların bunu geliştirmesi temelde herşeyin sonucu veya nedeni olacak bence. Zira bu geliştikçe, herşeyin nasıl daha iyi ve her kesime verimli olabileceğinde ortak bir fikrimiz olacaktir. Ve dünya yada bu toplum birşeyleri konuşarak paylaşarak tartışarak daha iyiye gidecek diye umuyorum. Teşekkürler.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
ChatGPT. Fotoğraf: Leon Neal, Getty Images.
daha fazla

ChatGPT bir ideoloji makinesidir

16 Şubat’ta ABD’deki Vanderbilt Üniversitesi’nin eşitlik, çeşitlilik ve kapsayıcılık birimi, kısa süre önce Michigan State Üniversitesi’nde gerçekleşen silahlı…
daha fazla

Umut arayan aynaya baksın

29 Mayıs’ta uyanacağımız sabaha dair hepimizin uzun zamandır biriktirdiği özlemler, umutlar, korkular ve beklentiler vardı. Bazıları anlaşılır, bazıları…
Total
0
Share