Batı’daki sağ yönelim tehlikeden ziyade gerçekliğe dönüşürken, Avrupa ve ABD’de 20. yüzyıl faşizminin temsilleri güncel politik sahneden cesaret alarak yeniden su yüzüne çıkarken, “makul” cenahtan Batılı sanatçıların işleri politikleşiyor, sesleri yükseliyor. Tekrar su yüzüne çıkabilen sağ örgütlerin karşısında Antifa gibi sol gruplardan da bahsedilmeye başlandı. Hiçbir şeyin politikadan kaçamadığını, nihayetinde politik bedeli olmayan bir varoluşun imkânsızlığını destekler bir biçimde, parlamenter karşılığı sosyal demokrasi ve ılımlı muhafazakârlık olan liberal “sağduyunun” yerle bir oluşunu gördüğümüz zamanlardayız.
Batı’nın dışarı fırlatıldığı (yüzeyde özgürlükçü) pembe buluta henüz bu denli girmediği sıralarda, 15 Eylül 1963 tarihinde ABD’nin Alabama eyaletinde bir Baptist kilisesi Ku Klux Klan tarafından bombalandı. Yirmi iki kişi yaralandı ve dört çocuk hayatını kaybetti. 7 Aralık 1963’te ABD’li yayın kuruluşu PBS’in öncülü NET’te yayımlanan Jazz Casual isimli programın 18. bölümünde, John Coltrane Quartet üç parça çaldı. 15 Eylül’deki bombalamanın üzerine yazılmış ikinci parçanın adı “Alabama” idi.
Mevzuyu kentten gören New York Times, olay ve sonrasında yaşananlarla ilgili öne çıkarılması gerektiğini düşündüğü ayrıntıları haber başlığında vermiş: “Birmingham’da kiliseye atılan bomba 4 zenci kız çocuğunu öldürdü, protesto eyleminde bir çocuk katledildi”

Yerel gazete Birmingham Post-Herald’ın ilk sayfadan verdiği haber başlığını da karşılaştırma olması adına aşağıya bırakıyorum: “Patlayan bomba 4 çocuğu öldürdü, 17 kişiyi yaraladı”

Kasım 2016’da Trump’ın ABD başkanı seçilmesi sonrası, ABD’li müzisyenlerden gerek söylem bazında gerek üretim bazında bazı tepkiler görüyoruz. Ancak bu tepkilerin neredeyse hiçbiri Trump’ı bir seçenek olarak sunabilen sisteme yönelik değildi. Yani “ortanın solu”nun başarısız olduğu ülkelerde oldukça sık gördüğümüz, teknokratlarının ve akademisyenlerinin (ve genel olarak orta üst sınıfın) bilgiyi taşralının ağzına vurulan bir kötek olarak kullanma alışkanlığına karşı bir seçenek olarak sivrilen, sinirli, eril, ajitatöre oy vermeye iten ekonomik liberalizmle ilgili değildi. Peşi sıra gelen izin verilmiş ırkçılıkla ve mizojiniyle ilgiydi. Yani sistem eleştirisinden çok Trump eleştirisiydi. Ancak bu gibi sistemlerde kök salacak yeterli süre, lobi, rant ve popülist destek elde edilebildiği zaman neler olabileceğini biliyoruz. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bizzat görebiliyoruz. En büyük hatayı da yine liberal görüşle “ilk üç güncüler” yapıyor gibi görünüyor.
Ku Klux Klan’a ve diğer faşist gruplara karşı mücadele amacıyla ortaya çıkmış sol aktivist örgüt Antifa (Antifascist USA Action) arasındaki hâliyle varoluşsal gerginlik karşılıklı saldırılar ve mücadeleyle devam ediyor. Liberal tepki beklenen bir şekilde şöyle oluyor. “Ku Klux Klan’a ve ırkçılığa ben de karşıyım ama Antifa’nın yaptığını da desteklemiyorum”. Neden? Çünkü devlet tarafından varlık ve temsillerine izin verilen ve desteklenen faşistlere fiziksel olarak saldırıyorlar. Liberalizmin bu korkaklığından cesaret alan cumhuriyetçilerin ilk hamlesini, yine Türkiye’de yaşayan insanlar olarak tahmin etmeniz güç değil. Gelinen nokta bu:
Kendini ılımlı, merkez, liberter, “tea party”, vatansever, cumhuriyetçi, bağımsız insanların buluştuğu bir taban olarak tanımlayan isimli web sitesi ve aktif kullanılan Twitter hesaplarından paylaşın görseller, özellikle radikal solu reddeden liberallerin radikal sağa açtığı alanı gösteriyor:
5 Kasım’da Sutherland Springs, Texas’ta bir Baptist kilisesine saldıran ve 26 kişiyi katleden Devin Kelley’nin Antifa bağlantısı olduğu ve saldırı sırasında “bu komünist bir devrimdir” şeklinde bağırdığı yine benzer eğilimli kaynaklarca iddia edilmişti. “Post-truth”, “fake news” veya basitçe gazla çalışan yalan treni bu fırsatı kaçırmadı ve iddia yayıldı. Medya okuryazarlığı ile dünya kurtarma vehmine düşmekle beraber oldukça etkili işler çıkardığını düşündüğüm, ihtiyaçla çoğalan teyit sitelerinden Snopes, gerekli araştırma sonrası haberin asılsız olduğunu duyurdu.
Kıssadan hisse, liberalizmin faşizm karşısında elde edebildiği tek şey, topyekûn bir sağa kayışla durduğu yerde radikal olarak yaftalanma ve pişmanlık oluyor gibi. Bu noktada Facebook sayfamızdan da paylaştığımız, Karl Popper’ın The Open Society and Its Enemies isimli kitabından, Pictoline’ın görselleştirdiği, Murat Gürdal Akkoç’un Türkçeleştirdiği şu pasajı hatırlatmakta fayda var:
Coltrane, “Alabama” adlı parçayı bestelerken aklında, kalbinde nasıl bir sıkışmışlık vardı, belki baş etmek, belki dikkat çekmek için Alabama’yı yazdı. Bilmek zor. Ancak Karl Popper’ın cazdan pek haz etmediğini bildiğini tahmin etmiyorum.