Black Mirror: Gelecek çoktan geldiyse, çözüm geçmişte olabilir

İngilizcede “The future is now” diye bir ifade var, “Gelecek şimdidir,” ya da “Gelecek çoktan geldi,” diye Türkçeleştirmek mümkün. Nereden çıktığı tam bilinmiyor, ilk kullanımı kimileri tarafından 1955 yapımı bir belgesele, kimileri tarafından da Neuromancer’ın yazarı, steampunk’ın babası William Gibson’a atfediliyor. Yalnız bir konuda herkes hemfikir: Gelişkin ve çığır açıcı teknolojilerin art arda önümüze sürüldüğü günümüzde bu söz iyiden iyiye klişeleşmiş durumda. Gelecek çoktan geldi, cihazlarımız ve sosyal medya şirketleri bizi bizden iyi tanıyor, yapay zeka insanlardan daha zeki, yaratıcı ve pratik hale geldi, robotlar çoğumuzdan iyi parende atabiliyor. Velhasıl, bir sosyal medya atasözünde dendiği gibi “hem ayranımız döküldü hem de bazı kötü olaylar yaşandı”.

Günümüzde “The future is now” ifadesinin en gür sesle yankılandığı, hatta kimi zaman seyirciye megafonla bağırıldığı yer ise bir zamanlar geleceğin gelişinin en büyük emarelerinden kabul edilen televizyon ekranı. Evet, Black Mirror’dan bahsediyorum. Mesajın duyulduğu ekran, mesajın içeriğini hatırlatırcasına bilgisayara, akıllı telefona, tablete dönüşüyor. Önce çatırdıyor, sonra kırılıyor.

Chanté Joseph’in The Guardian için hazırlayıp sunduğu haftalık podcast Pop Culture’ın geçen hafta yayımlanan bölümü, artık distopik bir evren görmek için bilimkurgu anlatılarına ya da uzak geleceğe bakmamız gerekip gerekmediğini sorguluyordu. Bilimkurgunun bize söyleyeceği yeni sözler elbette var, onu hâlâ bu kadar popüler yapan da zaten bu. Ama örneğin Neuromancer’ın yayımlandığı 1984’e kıyasla bugünün anlatı evrenleri, gerçek dünyada olup bitenlere kıyasla başlı başına etkileyici sayılmaz. Kanımca Black Mirror’ın başarıyı yakaladığı sezonlardaki sırrı da bu dengeyi ne kadar koruyabildiğinde yatıyor. Yaratılan evrenin büyüleyiciliğine ya da toplumun mevcut durumuna dair tespit yapma derdine kapılıp giden bölümlerin hikayeleri didaktik mesajlar yüzünden öne çıkamazken, bilimkurgu evrenine alabildiğine gündelik dertleri katan bölümler, hikayelerinin vuruculuğuyla ön plana çıkıyor. Bugüne dek dizide denenmemiş bir işe girişen yeni sezon ise geleceğin çoktan gelmesi sorununa yeni bir çözüm bulmuşa benziyor: Seyirciye şaşırabileceği yeni alanlar açmak için geçmişe gitmek.

Yeni sezonun bu yaklaşımına gelmeden bahsettiğim iki farklı ucu (günümüz toplumuna dair didaktik mesajlar / bireylerin gündelik meseleleri) anlatmak için geçmiş sezonlardaki birer bölümden örnek vermek iyi olur. İlk durağımız 5. sezonun 2. bölümü “Smithereens”. Andrew Scott’ın oynadığı bir taksici aracılığıyla herkesin sürekli telefonlarına baktığı, sosyal medyadan başka hiçbir şeyle ilgilenmediği mesajı veriliyor. Bu haliyle de bölüm ne keşif değeri olan bir şey söylüyor ne de ortaya attığı fikirleri derinleştirebiliyor. Diğer uçta duran örnek ise en iyi Black Mirror bölümü olduğunu düşündüğüm, 1. sezonun 3. bölümü “The Entire History of You”. Bölümde insanların beynine takılan bir hafıza implantı aracılığıyla herkes tüm yaşadıklarını kaydedebiliyor, istediği zaman izleyebiliyor. Bu teknolojik cihaz, ilişkilerden, aldatmadan ve güven sorunlarından bahseden hikaye için bir araca; takıntılı, kafaya taktığı meseleyi unutamayan bir zihin için metafora dönüşüyor. Evet, ortada yine bir bilimkurgu evreni var. Ama bu evren temel hikayenin önüne geçmiyor. Evet, teknolojinin karanlık yönleri yine gözler önüne seriliyor. Ama teknolojiyi devreden çıkarsak dahi dört başı mamur bir hikayeden söz edebiliyoruz.

Son sezonla ilgili beni en çok şaşırtan, büyük ölçüde iyi bir Black Mirror sezonu izlemek oldu. Nitekim “Smithereens”in berrak bir örnek oluşturduğu yaklaşımın dizinin son birkaç sezonuna hakim olduğunu düşünüyordum, yeni bir yaklaşım denemeleri için bir sebep de görünmüyordu. Pek öyle olmadı, nitekim her bölüm aynı seviyede olmasa da 6. sezon, ilk başta Black Mirror’a uygun değilmiş gibi görünen geçmişte geçen bölümleriyle enteresan bir denemeye işaret ediyordu.

Sezonu başlatan “Joan Is Awful”, her ne kadar bazı parlak fikirleri olsa da nihayetinde “Bu çevrimiçi seyir platformları var ya bu çevrimiçi seyir platformları, bunlar çok fena ha”dan fazlasını söylemediği için ilk düşüncem, geçtiğimiz birkaç sezona benzer bir beş bölüm göreceğimizdi. Sonraki iki bölüm işleri ve fikrimi çok değiştirdi. Belki de Charlie Brooker da birkaç sezondur devam eden görece atıl yapıyı fark etmiş, geleceğin eskisi kadar heyecan uyandırmadığı bir çağda çareyi geçmişe dönmekte bulmuştu.

Yeni sezonun geçmişle kurduğu bağlantıyı en somut haliyle 2. bölüm “Loch Henry” (bence sezonun en iyisi), 3. bölüm “Beyond the Sea” ve 5. bölüm “Demon 79″da görüyoruz. “Loch Henry” günümüzde geçiyor geçmesine, ancak kullandığı mekan ve merkeze aldığı video kaset (camcorder) teknolojisi, bugünün değil geçmişteki bir günün yeniliklerini temsil ediyor. Tabii hikayelerin nasıl anlatıldığıyla ilgilenen bölümün geçmişle kurduğu güçlü ilişki, günümüzle hiçbir bağı olmadığı anlamına gelmiyor. Nitekim “Loch Henry” bir yandan da günümüzün “true crime” takıntısına, kendini herhangi bir olaya hafiye atayanların sayısındaki artışa dair de bir şeyler söylüyor. Bunun en güncel örneklerinden biri, ABD’deki University of Idaho’da öldürülen öğrencilerin ardından cinayetlerin gerçekleştiği Moscow adlı kasabaya üşüşerek kasaba halkını huzursuz eden TikTok ve Reddit dedektifleri. Tabii bunu yalnızca ABD’yi değil tüm dünyayı etkileyen paranoya kültürüyle, her şeyi değiştiren “o tespiti” yapan olma arzusuyla açıklamak mümkün. Bu arzu, suçluları yakalama çabasından Harry Potter’ı 75. kez izlerken fark edilen ayrıntıyla Instagram’da meşhur olma denemelerine dek uzanıyor. Only Murders in the Building gibi dizilerle popüler kültüre de iyiden iyiye sirayet etmiş durumda. Hal böyleyken, Black Mirror’ın da belgeselcilik yapmak isteyen bir çiftin Reddit dedektifleri gibi ellerindeki hikayeye kapılıp gittiği bir bölümle çıkması şaşırtıcı değil.

“Beyond the Sea”, alternatif bir 1969’da geçiyor. Bir uzay mekiğinde yaşayan astronotlar Cliff ve David, bilinçlerinin aktarılmasına imkân sağlayan bir teknoloji sayesinde birer android avatar olarak Dünya’ya, sevdiklerinin yanına dönebiliyor. Charles Manson’vari bir tarikat liderinin önderlik ettiği grup, David’in avatarını işlevsiz hale getirip ailesini öldürünce, Cliff onun kendi avatarını kullanmasına müsaade etmeye başlıyor. Sonunu söylemeden devamını anlatmak kolay değil, ancak işlerin nasıl karışabileceğini tahmin etmek izlemeyenler için dahi zor olmasa gerek. Bu yapı, bize bu sefer yakın geçmişten bir şeyi hatırlatıyor: En iyi Black Mirror bölümlerinin bir diğer özelliği, karakterlerin onlara sunulan bir teknoloji karşısında bariz biçimde yanlış, ama son derece anlaşılır tercihler yapmaya mecbur kalmaları. Cliff’in avatarını kısa aralıklarla David’e teslim etme tercihinde, 2. sezonun 1. bölümü “Be Right Back”te yakın zamanda kaybettiği kocasının gerçeğe en yakın enkarnesine ulaşmak için dur durak bilmeyen kadının izleri var. Özetle mesele hikayenin hangi dönemde geçtiğinden çok ne kadar kişisel, bilimkurgu evreni olmaksızın da işleyebilecek bir hikaye anlatabildiğine bakıyor.

“Demon 79” diğer iki örnek kadar iyi bir bölüm değil. Ancak orada da başvurulan retro korku estetiği, 1970’lerin siyasi atmosferinden (National Front – Ulusal Cephe adlı ırkçı parti aynı adla yer alıyor) günümüze taşan göçmen karşıtlığı gibi tartışmalarla birleşiyor. Ayrıca sezonun diğer bölümlerine kıyasla uzun süresi, kesinlikle komik olmayan ama sıkmayan bir mizahla görece dengeleniyor. Sonuç olarak “Demon 79” da geçmişte geçen Black Mirror bölümlerinden biri olarak ilginç deneme addedilmeyi hak ediyor.

Neticede Black Mirror’ın yeni sezonu, hikaye anlatıcılığıyla ilgili kayda değer bir iddia ortaya atıyor. Belki de mesele bilimkurgu evreni kurmak dahi olsa, geçmişle bağı güçlendirmek tekdüzeleşmiş anlatılar için yeni bir soluk oluşturma potansiyeline sahip. Bunun yalnızca kurmaca evrenleri için geçerli olmayan, aynı zamanda gündelik hayatımızı da etkileyen “The Future is Now” ifadesine başlı başına bir alternatif oluşturup oluşturamayacağını ise bekleyip göreceğiz.

1 Yorum

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Şiir nereye kayboldu?

Şiirden bahsederken aklınızda canlanan sahne orta yaşlı, bekar, orta sınıf bir erkeğin rakı masasında otururken size epey anlamsız…
daha fazla

Böreğin tarihi

Sultan IV. Mehmet (sal. 1648-1687) döneminde, Divan-ı Hümayun her sabah Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı bölümünde toplanırdı. Sadrazam ve vezirler…
Total
0
Share