Bir parti devleti hikayesi: Sen devlet misin lan?

Ülkece tuhaf günlerden geçiyoruz. Türkiye’nin gündemi bütünüyle seçime odaklı ve fazlasıyla kulis haberleri, demeçler, atışmalar, hedef göstermeler, yalanlar, sloganlarla doluyken tanık olduğumuz olaylar bize ülkedeki yozlaşmanın boyutlarını da gösteriyor. John Steinbeck, “Güç yozlaştırmaz. Korku yozlaştırır, belki de gücünü kaybetme korkusu” der. Artık bu yozlaşma öylesine gün yüzüne çıktı ki her gün başka bir biçimini görüyoruz.

İki hafta önce İstanbul’da çakarlı (ve AKP plakalı) bir aracın şoförü ile bir taksicinin kavgasına tanık olduk. Kendisine yol verilmeyen çakarlı aracın sahibi, taksiciyi “Devlete kafa mı tutuyorsun oğlum? Yol vereceksin. Kenara çek, gör bakalım devleti,” sözleriyle tehdit ediyor. Taksicinin araçtan inmesiyle tartışma büyüyor. Çakarlı aracın sahibi, taksiciye tehditler savururken “Terörist bu,” dediği de duyuluyor. Bunun üzerine taksici sinirle aracın sahibine “Sen devlet misin lan, yavşak?” diye çıkışınca çevredeki vatandaşlar da çakarlı aracın sahibine tepki gösteriyor, çakarlı aracın sahibi olay yerinden uzaklaşıyor.

Sıradan bir ülkede pek kolay rastlanmayacak bu tartışma, bize 21 yıllık AKP iktidarının özetini veriyor: Plakasıyla, çakarıyla, savurduğu tehditleriyle kendini devletin sahibi sanan biri ve karşısındaki yurttaşın haklı isyanı.

Bu kısacık özet, bize AKP’li yılların nasıl bir kutuplaşmayla geçtiğini aktarıyor. İktidarın sınıfsal çelişkileri kültürel çatışmalarla perdelemesine bakmayın. Mesele onlar ve biz: Haksızca kazananlar ve sömürülerek kaybetmeye mahkum edilenler. Kendini devletin sahibi sananlar ve devletin temelini oluşturan yurttaşlar. Servet transferiyle sefa sürenler ve sadakaya çevrilen sosyal yardımlarla geçinmeye çalışan milyonlar… Bu kutuplaşma bize iktidarın kaybetme korkusuna dair önemli bir örnek sunuyor. Karşımızda seçimi kaybetmemek için her şeyi yapacak bir iktidar bloğu var. Çünkü kazandıkları her şeyi bu iktidar üzerinden kazandılar, bizi de büyük bir karanlığa hapsettiler.

İktidarını kaybettiğinde un ufak olacak bir parti devletiyle karşı karşıyayız. Kaybedecekleri olası bir seçimde yok olacaklarını bildiklerinden, şimdiden 14 Mayıs seçimleri için “darbe” demekten geri durmuyorlar. Bu telaş, bu gürültü patırtı, iktidarı kaybettiklerinde silineceklerini bildiklerinden. Bu parti devletinin mensuplarının saldırganlık kodları hep aynı: Kendini devletin sahibi, “yerli ve milli” olarak tanımla, karşındakine terörist, darbeci, vatan haini yaftası yapıştır. Öyle ya Berkin’in annesi de teröristti, barış akademisyenleri de, grev yapan işçiler de, Boğaziçi öğrencileri de…

Peki, nasıl oluştu bu parti devleti? Devletler, biçimlerini üretim ilişkilerine göre alıyorlar. Yani sınıf mücadelesinin dolayımı devlete biçimini veriyor. Dolayısıyla devletin hangi politikaları üreteceği ve nasıl uygulayacağı buna göre biçimleniyor. Erdoğan’ın iktidar olduğu günden bu yana ülkeyi bir anonim şirketi, kendisini de şirketin başındaki patron olarak kurgulaması tesadüf değil. Patron Erdoğan, iktidar partisinin başkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan, başekonomist Erdoğan, başkumandan Erdoğan derken tüm yetkilerin bir kişide toplandığı bu çürümüş sistem oluşturuldu.

Önce sosyal devlet olgusunu aşındırıp yerine sadaka devleti inşasına giriştiler, sivil toplumu da yanlarına alarak siyasal hegemonyalarını kurdular. Bu hegemonyanın inşasında bir partinin nasıl devletleştiğinin bütün izleri var. Kamu kurumlarına militanlaşmış kadroları yerleştirmekten tutun da devletin bugüne kadarki bütün birikimini tepetaklak etmeye kadar varan bu sürecin sonucunda bir parti devleti oluştu. Bu süreçte muhaliflerin tasfiyesi de bitmek bilmedi. Ergenekon ve benzeri tasfiye süreçleriyle korku iklimini hep taze tutan iktidar, toplumu terörize etme konusunda adeta markalaştı. Medya ele geçirildi, yeniden tasarlandı, toplumsal ve siyasal muhalefet sürekli bastırıldı. Yalnızca siyasal baskı değil, bütün toplumu korkuyla disipline etmeye çalışan bir sansür mekanizması da oluşturuldu. Toplumsal uzlaşı ortadan kaldırıldı. Kaybolan kolektif mutluluğumuz gibi, kolektif fayda da yok edildi.

Devletin en küçük biriminden en üst kademesine kadar dört tarafımız militan kadrolarla kuşatıldı. İktidar partisinin, devletin her kademesine hukuksuz ve liyakatsiz şekilde nasıl sızdığının kapsamı bu yazıya sığmaz fakat şunu söyleyebiliriz: AKP ile hem rejim hem de devletin biçimi değişti. İktidarın mutlak denetimi altındaki kurumlar işlerliğini ve işlevlerini yitirdi. Kuvvetler ayrılığı yok edildi. Ülke alenen denetlenen bir yargı, KHK ve torba yasa gibi uygulamalarla delik deşik edildi. Bunların sayesinde iktidar ile devlet özdeşleşti, tek parti, tek adam hakimiyetinde totaliter bir siyasal sistem yürürlüğe sokuldu.

20 yılın sonunda çakarlı aracından inen kişinin taksiciyi “terörist” diye suçlaması da, kendini “devlet” sanması da olağanlaştı. Gücünü kaybetme korkusunun verdiği yozlaşma dört tarafımızı sarmışken kendi normalimizi yaratmanın, onlar olduğu sürece bizim de olduğumuzu üstelik kalabalık olduğumuzu hatırlamanın tam sırası. Yozlaşmanın, yolsuzluğun ve yoksulluğun normal olmadığı, normalin insanlık onuruna yaraşır bir yaşam olacağı günler yakın. Selçuk Kozağaçlı’nın söylediklerini hatırlayalım: “Sadece bu çürümüş, yoz ahlakın pisliğinden korumak için bile olsa isyan etmek zorundayız. Kazanmak zorundayız. Biz kazanacağız.”

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Siyasi polemikten iptal kültürüne

Son yıllarda, özellikle sosyal medyanın hayatımızın öznesi haline gelişiyle “iptal kültürü”, “kensıllamak” ve “woke” kavramları sıkça kullanılır oldu.…
Henry Kissinger ve Vladimir Putin, 2016. Fotoğraf: Alexandra Mudrats, © ITAR-TASS.
daha fazla

Batı’nın Pravda’ları

1970’lerin başında bir Amerikalı ile bir Sovyet hangi toplumun daha özgür olduğunu tartışmaktadır. Amerikalı, birden “Biz en azından…
Total
0
Share