Küratörlüğünü Elmgreen & Dragset ikilisinin yaptığı 15. İstanbul Bienali, 12 Kasım’da sona erdi. Bu edisyon için “İyi Bir Komşu” temasını seçen küratörler, “ev” kavramını kişinin kimliğini koruyan ve rahatça ifade etmesini sağlayan özel bir alan olarak ele alırken mahalle denilen mikro evrenin günümüz insanının ortak yaşam biçimlerini anlamak üzere nasıl kullanılabileceğini sorgulamayı hedefliyordu. Bununla birlikte, bienal teması açıklandığından bu yana sosyal ve politik çağrışımları üzerinden birtakım eleştirilere maruz kaldı. Öyle görünüyor ki, eğer temanın teorik çerçevesi daha iyi çizilseydi, bu tartışmalar farklı yönlere evrilebilirdi. Açıklamaya çalışalım.
“İyi” ve “komşu” sözcüklerinin nasıl bir araya geldiği aslen başlı başına tartışılmayı hak eden bir konu. Bienalin teması açıklandıktan sonra T24’te yayımlanan bir dizi yazıdan birinde Sema Kaygusuz, ahlak felsefesinin başat bir kavramıyla (iyi) görece yeni bir kavramı (komşu) bir araya getirmenin aceleci olduğunu düşündüğünü vurgularken bunun toplumsal faydacı bir yaklaşım olup olmadığını sorgulamıştı. Bunun gerçekten böyle olduğunu kabul edersek, onu peşinen “iyi” olarak tanımlamanın “komşu”nun olumsuz çağrışımlarını gözardı ettiğini söyleyebilir miyiz? Örneğin “kötü komşu” denince benim aklıma 6-7 Eylül geliyor. Belki de kötü bir komşu, tıpkı coğrafya gibi kaderdir.
Biri “iyi bir komşu” olarak addediliyorsa, kararını veren kişi o kişinin komşusu. Bu bağlamda “ben”, “öteki” olmadan tanımlanamıyor. Ötekinin varlığı başlı başına bir endişe kaynağı, ancak iyiliği sorgulamaya başlamak için de ötekinin varlığını kabul etmek lazım. Peki, “ben” ile “öteki” arasındaki bu sınırlar nasıl ortaya çıkıyor?
Ertuğ Uçar, coğrafi haritaların Dünya’yı bir bütün olarak ve bir arada gösterdiğine dikkat çekerken insan eliyle yapılmış sınırları içeren siyasi haritaların Dünya’yı gösterme biçimini yamalı kumaşa benzetiyor. Bu da akla Elmgreen ve Dragset’in bienal için yazdığı kitapçığın giriş metninde atıfta bulunulan Robert Frost şiirini getiriyor: “Good fences make good neighbors.” (İyi çitler, iyi komşular yaratır). Zygmunt Bauman’ın Komşunu Sevmenin Güçlüğü Üzerine’de ileri sürdüğü gönüllü ve zorunlu getto kavramlarının pratikteki yaşam alanlarını ayıran da bu çitler. Bir başka deyişle mahallelerdeki çitler, devletler arasındaki sınırların küçük ölçekli versiyonları gibi görünüyor. Ancak bu Elmgreen ve Dragset’in vurguladığı gibi sokakların ve mahallelerin de geniş anlamda toplumun birer bulgusu niteliğinde olduğu çıkarımına doğrudan ulaşabileceğimiz anlamına gelmiyor. Hatta küratörlerin farklı bir bağlamda referans verdiği Good Neighbors: The Democracy of Everyday Life in America’nın (İyi Komşular: Amerika’da Gündelik Hayatın Demokrasisi) yazarı Nancy L. Rosenblum, aynı kitabın bir başka yerinde şunu söylüyor: “İyi komşu, iyi vatandaşın yeniden tasviri değildir. Biri diğerinin ikamesi olamaz. Gündelik hayatın demokrasisi, demokratik sosyal hayatın küçük harfle yazılmış hali değildir. Bu yalnızca bir ölçek ya da kapsam meselesi de değildir. Gündelik hayatın demokrasisini, sanki kamusal demokratik ilkeleri evdeki komşular arasındaki kişisel ilişkilere doğrudan uyması için çevirmeyle ilgileniyormuş gibi temsil etmek bir çarpıtmadır. Gündelik hayatın demokrasisi tarafından şekillendirilen iyi komşunun ahlaki kimliği, iyi vatandaşın politik kimliğinden ayrıdır.” Rosenblum’un görüşlerinden hareket edersek mahallenin, günümüz ortak yaşam biçimleri evrenini yansıtan bir küçük evren olduğunu iddia etmek yerinde olmayabilir. Ayrıca “iyi” tanımının kendi içinde bağlama göre değişebilecek bir muğlaklık taşıdığını akılda tutmak gerekir.
Zygmunt Bauman, İncil’deki “Komşunu kendin gibi sev” öğüdüyle başladığı Komşunu Sevmenin Güçlüğü Üzerine’de güncel insan bağlarının kırılganlığı göz önünde bulundurulduğunda “iyi komşu”luğun ne kadar mümkün olabileceğini sorguluyor. Devamında ise doğal ve doğal olmayan ikiliği üzerinden sorunların başlangıcı olarak “öteki”nin şehre gelişine işaret ederken şehrin alışkanlıklarının, birer yabancı ve olası fail addedilen yeni gelenler için doğal olmadığını vurguluyor. Belirsizlik ve güvensizlik hisleri insanların kimi zaman en yakındaki hedefe yönlenmesine ve bir çeşit rakip görülen bu kişileri engellemek için onlara karşı bir alanlar savaşı başlatmasına neden olabiliyor. Böylelikle gönüllü ve zorunlu gettoları ayıran çitlerle bölünmüş olanlar, aynı zamanda sürekli birbiriyle mücadele içindeki iki taraf olarak bölünüyor. Rita Ender de benzer şekilde komşuların hukuken davalı ve davacıya dönüşmelerin ne denli kolay olduğuna işaret ediyor.
Kanunların lafzına baktığımızda da “sınır”ın iki tarafında farklı anlamlara gelebilecek, hatta bilinçli olarak çarpıtıldığına da fazlaca şahit olduğumuz “yerel örf ve adet”, “adabımuaşeret” ve “görgü” gibi kavramlar karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla Rosenblum’un komşular arasındaki gerilimli ve değişken ilişkiden bahsederken “kökten politikleşmiş” ifadesini kullanmasına şaşırmamamız lazım.
Komşuları muhbir ve tehdite çeviren bağlamlarda mekânın politikasına mutlaka değinmeli. Bienalin bu edisyonu için yöneltilen en büyük eleştirilerden biri de tam buraya odaklanıyor. The Guardian’da yayımlanan derlemede Hannah Ellis-Petersen, yerel sanatçıların eğer işlerinin herhangi bir galeride sergilenmesini istiyorlarsa kendilerini otosansür yapmaya mecbur hissettiklerinden bahsediyor. Öte yandan Ellis-Petersen’ın da kabul ettiği üzere bienalde hiç politik iş olmaması gibi bir durum da söz konusu değil. Latifa Echakhch’ın Gezi sonrası haletiruhiyemize odaklanan “Silinen Kalabalık”ı, ya da Erkan Özgen’in IŞİD’den kaçan işitme ve konuşma engelli Muhammed’i merkezine alan videosu “Harikalar Diyarı” alenen ziyadesiyle politik, ayrıca 15. İstanbul Bienali’nin en akılda kalıcı 4-5 işinden ikisi. Belki de bu eleştiriyi, hiç politik işin olmamasından ziyade diğer bazı işlerin politik bağlamlarından itinayla uzak durulmasına yönlendirmek lazım.

Bienal’e yönelik bir diğer eleştiri, işlerde canlı hayvan ve fildişi kullanımına odaklanıyor ve ortaya “İnsan hayvan için iyi bir komşu mu?” sorusunu atıyor. Elmgreen ve Dragset, nasıl tanıştıkları üzerinden bir örnekle başlayan giriş metninde kent hayatında komşuların çoğunlukla birbirinin varlığından haberdar olmadığını kabul ediyor. Eleştiriler de küratöryel sürecin politik bağlam ve doğaya yönelik bir farkında olmama hali içerdiğine işaret ediyor. Şahsen The Guardian’daki yazıya tam anlamıyla katılmasam da hayvan aktivistlerinin eleştirilerine hak vermemek zor. Küratörler kendi deyimleriyle bütün evreni (toplum) kapsamak yerine küçük evrene (mahalle) layıkıyla odaklansa, temalarının tanımı konusunda belki de daha başarılı bir sonuca ulaşacaktı. Sonuçta Sema Kaygusuz’un yüksek sosyopolitik temayüle sahip bir diğer kavram olan “eşitlik”i de diyaloğun içine katarak söylediği gibi “En iyi komşu, eşit komşudur.”
Kürasyon aynı anda birçok şey olmaya çalışırken kaçınılmaz biçimde “haddinden fazla” ya da başka bir deyişle bir nebze eklektik olmuş olabilir. Belki de konsepti, bütün toplumu kapsamaya çalışmadan Nancy L. Rosenblum’un net ayrımının ortaya koyduğu gibi komşunun kendisine doğru daraltmak gerekiyordu.
Kaynaklar
Bauman, Z. (2003). Akışkan Aşk. İstanbul: Alfa.
Rosenblum, N. L. (2016). Good Neighbor: The Democracy of Everyday Life in America. Princeton: Princeton University Press.