İyi canlı performanslar (eğer gerçekten dinlerseniz), müziğin ritüel değerini hem kişisel hem kolektif olarak deneyimleyebileceğimiz ufak tatlı ayinler. Iron & Wine’ın 4 Kasım’daki Babylon Bomonti performansında bir kez daha bunu gördük.
Sahneye çıktı ve cebinden bir kağıt çıkardı. Önceden aldığı nottan Türkçe olarak okudu: “Hangi şarkıyı çalmamı istersiniz?” Birçok şarkının adı sahneye doğru bağırıldı. “Keşke bunu Türkçe söyleyebilseydim, bu kadar yol yapıp dünyanın bir ucuna geliyorsunuz ve insanlar size şarkılarınızı bağırıyor. Bu inanılmaz bir şey, teşekkür ederim.”
Sahneye yalnız çıkan, seyirciyle konuşan, şarkı isteği alan, aldığı istekteki şarkının nasıl çalındığını hatırlamayıp “ama bak, bu tonda şu şarkı vardı” diye hemen toparlayan, sakin ve sevimli bir adam izledik. Bununla beraber gitara ve sesine hakimiyeti, sahnedeki varlığını zarifçe kabullenişi gerçeküstü bir hâl yarattı. Performansın, hatta yalnızca müzik için değil, tümüyle iyi sunulan sanatın modern dünyanın “büyücülüğü” olduğunu hatırladık. Büyü, gerçeklik algısıyla oynamak, bazen dışarıda bir yerlerde bazen de fazlasıyla içeride, zihinle ruhun günlük gerçeklikteki işbirliğinden farklı bir dansa kalktıkları yaratı bir varoluş ise, dün gece yer yer büyülendiğimi kabul etmem gerek. Uzun zamandır bu kadar iyi bir canlı performans izlememiştim.
Iron & Wine’ın, solo akustik konserlerinde şarkıların albüm kayıtlarında kullanılandan farklı gitar riffleri kullandığı bilinir. Bunun dozu birçok şarkıda son derece yerindeydi. Bildiğiniz ve duymak istediğinizi size veriyor, ama aynı şeyi dinlemiyorsunuz. Belli ki şarkıları bastıktan sonra bir kenara bırakmıyor. Oynamaya devam ediyor. Bu pek sık görülen bir şey değil. Cesaret, özgüven ister. “Bunu da değiştirmiş ama pek olmamış” dediğim bir aranjman olmadı. Bu belki benim hayranlığımdan, belki de onun ustalığından.
Konserin çeşitli noktalarında Sam Beam’in bizim memleketin seyircisini biraz garipsediğini söylemek yanlış olmaz. Performans öncesinde yapılan anonsta “sessiz konser” kurallarına tâbi olunması rica edildi. Bu durum yerini görece daha samimi ve belli ki Beam’in pek alışık olmadığı bir konser atmosferine bıraktı. Konserin sonlarına doğru “Flightless Bird, American Mouth”a girer girmez, bir Zülfü Livaneli konseri edasında seyircinin hoş bir ahenkle şarkıyı yer yer Beam’den devralıp söylemeye başlamasını oldukça tuhaf bulduğunu görmek mümkündü. Buraların seyircisi performansa dahil olmak ister, belli ki bunu bilmiyordu. Seyirci için olduğu kadar onun için de güzel bir deneyim olmuştur diye tahmin ediyorum.
Müziğin ve bilhassa performansın neden derinlikli çalışılmaya, anlaşılmaya değer olduğunu hatırladık. Arayı çok açmadan yine gelsin, yine hatırlayalım.
Hehehe,hayran olarak bayağı objektif yazmışsın:)