Gershom Scholem, Nisan 1940’ta, o sıralarda New York’ta bulunan Theodor W. Adorno’ya Paris’teki ortak arkadaşları hakkında Kudüs’ten şunları yazdı: “Aralık 1939’un başından beri haber alamadığım, sorularıma bile yanıt vermeyen Walter Benjamin için endişeliyim. Bir şey biliyorsan, lütfen bana yaz.” Adorno, üç ay sonraki yanıtında son gelişmeleri aktardı. Fransa’nın düşüşü ve Paris’in işgalinden sonra Benjamin güneyde henüz ele geçirilmemiş bir bölgeye kaçmıştı. Önce Frankfurt’tan Cenevre’ye, Naziler başa geçtikten sonra da New York’a taşınan Adorno’nun Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, Benjamin için ABD vizesi almaya çalışıyor, akademisyenlerden ve potansiyel finansal destekçilerden taahhütnameler topluyordu.
Umut ışığı vardı, ancak Adorno “Benjamin’in kaderi senin kadar beni de endişelendiriyor,” itirafında bulunmuştu. Benjamin 1933’te Almanya’dan kaçan bir Yahudi olarak devletsiz kalmıştı, II. Dünya Savaşı başladığında düşman bir yabancı uyruklu olarak Fransızlar tarafından aylardır gözaltında tutuluyordu. Fransa’dan çıkmamış olsaydı esir kampına düşebilirdi, daha kötüsü, Nazilere teslim edilebilirdi.
Adorno ile Scholem 1940 baharında onu hakkında mektuplaşırken, Benjamin son denemesi Tarih Kavramı Üzerine Tezler’i (Tarih Felsefesi Üzerine Tezler olarak da çevrilmiştir) yazıyordu. On sekiz kısa bölümden oluşan bu deneme, düşüncesinin hep merkezini oluşturan “kefaret” fikrini, modern tarihin en korkunç ânını karşılayacak kadar inandırıcı ve acil bir şekilde formülleştirmeye kalkışıyordu. Benjamin, kefareti görünüşte birbiriyle uyumsuz iki yoldan kavrıyordu: Marksist tabirle işçilerin devrimi, Yahudilerin tabiriyle de Mesih’in gelişi. Ona göre Musevilik “zamanın her bir saniyesi Mesih’in girebileceği dar bir geçitti”, kurtulma umudunun olmadığı anlarda bile.
Adorno’nun Scholem’e yazdığı bir sonraki mektup, “Walter Benjamin’in kendi canına kıydığını” haber vermek içindi. Benjamin ABD vizesini almıştı, fakat 1940’ta Eylül ayının sonlarında içinde bulunduğu mülteci grubunun yürüyerek İspanya’ya geçme girişimi, Fransa’dan çıkış vizelerinin eksik olması gerekçesiyle reddedilmişti. Benjamin de o tükenmişlik ve çaresizlikle aşırı dozda morfin almıştı. Ertesi gün İspanyol sınır polisi kararını değiştirdi, grubun geri kalanının ülkeye girişine izin verdi. Geride yalnızca Portbou köyünde, artık tespit edilemeyen bir mezarda gömülü Benjamin kalmıştı. “Bana acilen yazmanı rica ediyorum,” diyen Adorno, mektubunu şöyle bitirmişti: “Walter’in ölümünden sonra hayatın nasıl devam edeceğini bilmiyorum, senin neler söyleyeceğin önemli.”
Adorno ile Scholem arasındaki otuz yıllık arkadaşlık bu çağrıdan filizlendi. Elbette 2015’te Almancası yayımlanan, yakın zamanda İngilizceye çevrilen mektupların hepsinde Benjamin’den bahsedilmiyordu. Yıllar boyunca yayımladıkları eserleri tartışıp seyahat planları yapıyor, birbirlerine hal hatır soruyorlardı. Hatta bazen dedikodu yapıyor, çalıştıkları kurumlardaki (Frankfurt Üniversitesi ve Kudüs İbrani Üniversitesi) iş başvurularını değerlendiriyorlardı. Adorno, Scholem’i 1957’de Frankfurt’a konuşma yapması için davet etmişti (savaştan beri Alman kamuoyunun karşısına ilk çıkışı olacaktı); Adorno 1969’da öldüğünde de Scholem’in daveti üzerine Adorno’nun Kudüs’te yapacağı konuşmayı ayarlamaya çalışıyorlardı.
Mektuplarda kısaca dünyanın güncel meselelerine (1956’daki Süveyş Krizi ve 1968’deki öğrenci olayları) değiniyorlar, ancak bu konular hakkında nadiren açık sözlü ya da keskin bir fikir alışverişi oluyordu. Belki de Scholem ile Adorno’nun ciddi entelektüel farklılıklarına rağmen dostluklarını sürdürmelerini sağlayan şey, bu tür bir alışverişten kaçınabilme becerileriydi (Scholem’in Hannah Arendt’le birbirlerine gönderdikleri mektuplar, Scholem’in Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te eserini topa tutmasıyla 1963’te son bulmuş, 2017’de yayımlanmıştı). Onları esas bir araya getiren ve birlikte tutan şey ise kendilerini Benjamin’e adamaları, onun çalışmalarının unutulmaması için gösterdikleri kararlılıktı.
Savaş döneminde New York ile Kudüs arasındaki mektupların ulaşması haftalar, hatta aylar sürüyordu, bu yüzden Scholem Benjamin’in ölümüyle ilgili mektup eline ulaşmadan önce haberi Arendt’ten zaten öğrenmişti. Arendt de Fransa’da bir sığınmacı olarak Benjamin’e benzer şeyler yaşamıştı, ancak o daha şanslı veya daha dirençli, ya da ikisi birden olduğu için Mayıs 1941’de New York’a ulaşmayı başarmıştı. Kırk dört yıl boyunca orada yaşamaya devam etti, en önemli eserlerini yazarak ünlü bir düşünür haline geldi. Buna karşın Benjamin’in mirası, Scholem’in hemen anladığı üzere dostlarının elindeydi.
“Mevcut koşullar neye müsaade ederse etsin, onun metinlerini kurtarmanın arkadaşlarının görevi olduğuna inanıyorum. Dünyada öyle olaylar meydana geldi ki bütün bu korkunç gürültünün ortasında böylesine parlak bir insanın kaybı fark edilmeyecek halde. Buna rağmen merhumun anısını yaşatacak yeterince insan da var.”
Scholem ve Adorno için bu görev yıllar içinde büyüdü, 1938’deki tanışmalarından önce pek tahmin edilmeyecek gerçek bir sevgiye dönüştü. Scholem, daha sonraları başyapıtı Major Trends in Jewish Mysticism’e (Yahudi Mistisizmi’nde Büyük Eğilimler, 1941) dönüşecek bir dizi konferans vermek üzere New York’a gelmiş, teolog Paul Tillich’in evinde Adorno’yla tanışmıştı. Benjamin kendisi orada yokken en yakın iki arkadaşının nasıl geçineceğine dair endişeliydi, ancak Scholem anılarını yazdığı Walter Benjamin: The Story of a Friendship’te (Walter Benjamin: Bir Dostluğun Hikayesi) bundan “beklenmedik biçimde yakın bir ilişki” olarak bahsediyordu. Benjamin de aynı ölçüde şaşırmıştı. Scholem’e şöyle yazdı: “Arkamı döner dönmez birçok şeyin iyiye gittiğini görmekten memnunum. Geçmişte senden ve Adorno’dan birbiriniz hakkında öyle şikayetler aldım ki! Şimdi ise görüyorum ki yanlış alarmmış.”
Her iki tarafın da şikayetleri olduğunu söylemek yetersiz kalırdı. Yıllarca Benjamin’in sağ ve sol omzunda ikamet eden Adorno ve Scholem’in ruhları, Benjamin’i farklı entelektüel ve ideolojik yönlere doğru ayartmak için rekabet halindeydi, Scholem onu Siyonizm’e Adorno ise Marksizm’e çekmeye çalışıyordu. Bu üçlü ilişkiyi daha da tehlikeli yapan, üç adamın çok fazla ortak noktasının olmasıydı. Asimile olmuş Alman Yahudisi burjuva ailelere yüzyılın dönemecinde doğmuş, modern edebiyat, I. Dünya Savaşı, faşizm ile komünizmin yükselişi tarafından radikalleştirilmişlerdi. İçinde bulundukları kriz çağına, özellikle hayatlarının gidişatını belirleyen Yahudilik söz konusu olduğunda, çok farklı tepkiler verdiler.
Scholem ile Adorno’nun zıt yaklaşımları isimlerinde bile görülebilir. Scholem 1897’de Berlin’de doğmuş, genç yaşta Siyonist olmuştu. 1923’te Filistin’e taşındı ve Yahudi ismi Gershom’u benimsedi. Scholem’in Adorno’ya mektupları çoğunlukla “Gerhard” imzasını taşıyordu (Almanca yazarken doğal gelmiş olmalı), ancak Adorno onu Frankfurt’a yapacağı konuşma için davet ettiğinde Scholem şunu söylemişti: “Dostane bir hatırlatma: Bütün resmi yazışma ve duyurularımda yasal adım Gershom Scholem kullanılacak, Almanca olan Gerhard değil. Bu benim için önemli.” Bu isim onun Almanlığı reddedişini ilan ediyordu, Scholem savaştan çıkmış Alman halkının bunun farkına varmasını istiyordu.
Adorno ise Yahudiliğini mümkün mertebe azaltmak için adını değiştirdi. 1903’te Frankfurt’ta, Protestanlığa dönen Alman Yahudisi bir babanın oğlu olarak doğduğunda adı Theodor Wiesengrund’du, Scholem’e yazdığı ilk mektubu “Teddie Wiesengrund” diye imzalamıştı. Ancak yetişkinliğinde, annesinin İtalyan Katolik ailesinin adını kullanmaya başladı ve mektuplardaki imzası kısa süre içinde “Theodor W. Adorno”ya döndü. Sürgün edilmiş Yahudiler arasından savaştan sonra Almanya’ya dönen birkaç kişiden biriydi, son yirmi yılını Frankfurt Üniversitesi’ndeki Frankfurt Okulu eleştirel kuramının etkili lideri olarak geçirdi.
Bu fark, Scholem ve Adorno’nun entelektüel yolculuklarına da yansımıştı. Siyonizmi politik olmaktan ziyade manevi ve kültürel olarak yorumlayan Scholem, İbranice öğrendi ve Yahudi mistik geleneği Kabala’yla ilgili akademik çalışmalara öncülük etti. 17. yüzyıl heretiklerinden Sabetay Sevi, ahlak kurallarına karşı gelen mistikler ve sahte mesihler üzerine yazılarında Yahudilik tarihinin geleneksel haritasını yeniden çizdi, Scholem’in de bizzat yaşadığına benzer felaket ve yenilenme anlarında öne çıkan irrasyonel, suç teşkil eden güçleri vurguladı.
Adorno da mesiyanik bir modernist olarak tanımlanabilirdi. 1944-1947 arasında yazılmış aforizmalarını bir araya getiren Minima Moralia’nın sonunda kendi entelektüel misyonunu yarı dini terimlerle tanımlıyordu: “Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden uğratsın, yadırgı kılsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin.”[i] Ancak Adorno için bu perspektif, Kabala’nın aksine Marx’tan geliyordu. Eleştirel kuram, kapitalist egemenliğin yapılarının yalnızca ekonomik değil felsefi ve kültürel de olduğu fikri üzerine kurulmuştu. Modern aklın aydınlanmadan faşizme uzanan yörüngesini analiz ederek, onun felaketlere yol açan yönetiminin telafi edilmesine yardımcı olabilirdi.
Scholem ve Adorno kefaret ve kıyamet konularına ilgi duyarken Benjamin’den ilham almamışlardı, böyle fikirlerin kendiliğinden doğduğu bir yerde ve zamanda yaşıyorlardı. Ancak Benjamin kesinlikle onların yürüdüğü entelektüel yolun açılmasına yardım etti. Scholem’den beş, Adorno’dan on yıl önce doğan Benjamin, onların zaten etkilenebilecekleri yaşta olsa da kendisinden genç bir kuşağın deneyimlerini ve sorunlarını paylaşmıştı. Nitekim Benjamin, I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın gençlik hareketinin lideriydi, hareketin benzersiz ahlaki sorumlulukları hakkında hem yazılar yazıyor hem de dersler veriyordu.
Scholem ve Benjamin 1915’te Berlin’de tanıştıklarında birbirlerine benzediklerini anlamışlardı. Benjamin, 1917’de Scholem’e yazdığı mektupta bunu şöyle ayrıntılandırmıştı: “Belli bir açıdan, varoluşumuzun koşullarında, ana rengi hiç şüphesiz minnettarlık olan, son derece verimli ve görkemli bir işbirliği vaat eden bir eşitliğe ulaştığımıza inanıyorum.” Ertesi sene Scholem, bir yandan Bern Üniversitesi’nde okurken, Benjamin ve eşi Dora’nın yakınında yaşamak için İsviçre’ye taşındı. Scholem oraya göç ettikten sonra iki arkadaş birbirini sadece 1927 ve 1938’de gördü, buna rağmen yakınlıkları ve coşkulu mektuplaşmaları devam etti.
Benjamin, Adorno’yla bu kadar yakın değildi, ancak bu arkadaşlık da onun yaşamı ve çalışmaları için eşit derecede önemliydi. 1923’te tanıştıklarında Adorno Frankfurt Üniversitesi’nde öğrenciydi, Benjamin ise Almanya’daki bir üniversitede profesörlük için gereken, ikinci doktora derecesi sayılabilecek habilitasyonu üzerine çalışmaktaydı. Alman Tragedyasının Kökeni reddedilmiş (söylentilere bakılırsa, jüri üyeleri metni anlayamamıştı), ancak Adorno üzerinde derin bir etki bırakmıştı (Birkaç yıl sonra Adorno’nun, kitabı reddeden üniversitede kitapla ilgili bir konuşma yapması Benjamin’i çok mutlu etmişti). Aralarındaki bağ, Adorno’nun uzun süreli nişanlısı ve nihayetinde eşi, ayrıca Benjamin’in hısmı olan Gretel Karplus ile Benjamin’in kurduğu arkadaşlıkla hem güçlendi hem de karmaşıklaştı. Onlarla ayrı ayrı yazışıyor, “Felizitas” diye hitap ettiği Gretel’e daha sıcakkanlı ve kişisel mektuplar gönderiyordu.
Bu arkadaşlıklar Benjamin’i farklı istikametlere yönlendirdi. Scholem, Benjamin’in dehasının yalnızca Yahudilikle potansiyeline ulaşabileceğine inanıyordu. Anılarında “Ona şaka yollu sürekli şunu söylerdim: Aslında sen yeni Rashi olmalısın,” diye yazmıştı, Yahudiliğin bütün tefsircileri arasından en etkilisi olan Fransız Ortaçağ âliminden bahsediyordu. Hatta Benjamin’in bir anlamda tam da bunu yaptığını, “düşüncesinin billurlaşabildiği önemli metinlerin tefsircisi” haline geldiğini söylüyordu. Scholem’e göre Rashi’nin Tevrat ve Talmud’u, Benjamin’in ise Kafka ve Baudelaire’i yorumlaması, arkadaşının temelde Yahudi bir düşünür olmasını engellemiyordu.
Adorno ise Benjamin’i, yorumlama yeteneklerini kültür ve tarihin Marksist analizinde kullanmaya teşvik etti. Benjamin’in çalışmaları 1920’lerin sonunda bu yöne kaymaya başladı, ilk çalışmalarındaki ezoterik ve mistik kavramların yerini materyalist kategoriler aldı. Scholem bu dönüşün ihanet anlamına geldiğine, Benjamin’in gerçek içgörülerini ânın siyasi jargonunun ardına gizlediğine inanıyordu. 1931’de ona şöyle yazdı: “Kendini bu denli bile bile kandırman olacak iş değil.” Yine de Benjamin’in en önemli yazılarından bazıları bu politik dönüşüm sayesinde ortaya çıkmıştı, kendi çalışmalarını Marx’ınkilerin bir uzantısı olarak sunan “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” (1935) makalesi de buna dahildi: “Marx, kapitalist üretim biçiminin çözümlemesine giriştiğinde, bu üretim biçimi henüz başlangıçlarındaydı… Bunun ne yoldan olduğu ancak günümüzde açıklanabilmektedir.”[ii]
Scholem ve Adorno, Benjamin’in sadece arkadaşı değil aynı zamanda hamileri olunca işler karıştı. Bağımsız gazetecilik yapan Benjamin’in 1933’ten önce bile sefalet dolu dönemler yaşamışlığı vardı, Nazilerin iktidara gelmesiyle Almanya’da yayın yapması hemen hemen imkansız hale gelmiş, bu da onu yokluk içinde bırakmıştı. Farklı anlarda Scholem ve Adorno onu kurtarmaya çalıştılar, ancak bu hediyelere bağlı entelektüel şartlar vardı. Scholem 1928’de, yeni kurulmuş İbrani Üniversitesi Rektörü Judah Magnes’e Almanca ve Fransızca edebiyatı hocası olarak Benjamin’i önermişti. Bu ihtimalin gerçekleşmesi için İbranice öğrenmesi gerekecekti, Magnes de Benjamin’in alacağı derslerin ücretini karşılamayı kabul etti. Bu planı memnuniyetle kabul eden Benjamin, Scholem’e şöyle yazdı: “Filistin seyahatim, Kutsal Kudüs’teki ekselansları tarafından bana uygun görülen eğitim sürecine sıkı sıkıya uyma niyetim gibi kararlaştırılmış bir konudur.”
Magnes’ten parayı aldıktan sonra İbraniceye ilgisi hızla azalan Benjamin, yolculuğu tekrar tekrar erteleyip sonunda asla yapmayacağını itiraf etti. Scholem, Benjamin’in kendisi gibi Yahudiliği entelektüel hayatının merkezi haline getirmeye kararlı olduğuna inanmıştı, ancak Benjamin 1930’da “Senin dışında Yahudilikle yolum hiç kesişmedi,” dedi. Yahudilik, onu gerçek tutkusu olan Almancadan ve Alman edebiyatından vazgeçirmeye yetmemişti.
Birkaç yıl sonra, Benjamin çulsuz bir sürgünken, Adorno hayata tutunması için Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ona burs verebileceğini söyledi. Onun denemelerini enstitünün dergisinde yayımlamanın yanı sıra Benjamin’in uzun zamandır planladığı başyapıtını, on dokuzuncu yüzyıl Paris’i üzerine bir çalışma olan Pasajlar Projesi’ni (Das Passagen-Werk) bitirmesini mümkün kılmayı umuyordu. Benjamin bir kez daha analizinin Marksist, materyalist boyutunu vurgulayarak hamisine istediğini vermeye çalıştı. Ancak Pasajlar’dan faydalanarak ortaya çıkardığı iki uzun yazı, “diyalektik” incelikten yoksun olmalarından şikayet eden Adorno tarafından reddedildi. Ona göre Benjamin, bazen bir Marksist gibi görünmek için fazla uğraşıyor, bazen de Marksist kategorilerden tamamıyla vazgeçiyordu. Kasım 1938’de Benjamin’e şöyle demişti: “Kültürel özelliklerin materyalist belirlenimi, ancak bütünsel toplumsal süreç dolayımıyla mümkündür.”[iii]
Benjamin’in ikna edici bir Marksist olmadığına işaret ederken Adorno, Scholem’in yargısını karşıt bir ideolojik perspektiften yankılıyordu. İkisi de haklıydı. Benjamin herhangi bir ideolojik etikete boyun eğmeyecek kadar bireysel ve ezoterik bir düşünürdü, nitekim klasik Marksistlerin kitapları tozlanmaya devam ederken Benjamin’in çalışmaları zamanla prestij kazandı. Yine de bir zamanlar kendisine hayran olan genç adamdan böylesine azar işitmek ve kıtı kıtına geçinmek için Adorno’nun beğenisine kalmak, Benjamin’in saygınlığına vurulan korkunç bir darbeydi.
Benjamin ile ilgili hayal kırıklıklarına rağmen Scholem ve Adorno, onun dehasına inanmaktan asla vazgeçmedi. Benjamin’in Arendt, Bertolt Brecht ve Hugo von Hofmannsthal gibi benzer kalibrede başka hayranları da vardı. Buna rağmen en iyi çalışmalarının çoğu yayımlanmadığı ya da eski dergilerde kaybolup gittiği için kamuoyu nezdinde neredeyse hiç bilinmiyordu. Scholem, ilişkilerinin başından beri Benjamin’in gayriresmi arşivcisi işlevi görüyor, düzenli olarak onun elyazmalarını ve kupürlerini teslim almaktan geri durmuyordu. Gerçekten de Sovyet yazarların “çekmeceye” yazmaları, geleceği amaçlamak için şimdinin okur kitlesinden vazgeçmeleri gibi Benjamin’in mektupları da çoğunlukla Scholem’in arşivi için yazılmış hissi veriyordu. 1932’de ekonomik çaresizlik içindeyken intihar etmeyi düşünen Benjamin, Scholem’i vasisi olarak atayan bir vasiyetname hazırladı ve “yazılarından bir seçkinin öldükten sonra yayımlanması” talimatını verdi.
Benjamin o zaman uçurumun kenarından döndü, ancak sekiz yıl sonra öldüğünde Scholem’in sorumluluğu aciliyet kazandı. Scholem, Benjamin’in erken dönem yazılarının çoğunun tek nüshasına sahipti, buna kendisinin dil ve matematik hakkındaki sorularına yanıt veren bir mektup olarak başlayan “Kendi Başına Dil ve İnsan Dili Üzerine” (1916) adlı önemli deneme de dahildi. Bu sırada Adorno da Fransız filozof Georges Bataille’e 1940’ta Paris’ten kaçmadan önce Bibliothèque Nationale’e gizlemesini söylediği Benjamin’in son elyazmalarını savaştan sonra ele geçirdi. Bunlar arasında Adorno’nun büyük ölçüde notlardan oluştuğunu görünce hayal kırıklığına uğradığı Pasajlar Projesi de vardı. 1949’da Scholem’e yazdığı mektupta “ürkütücü alıntı yığınına kıyasla teorik fikirlerin olağanüstü sessizliğinden” yakınıyordu.
Adorno, 1949’da Almanya’ya döndükten sonra yeni kurulan Suhrkamp yayıneviyle birlikte çalışarak Benjamin’in ölümünün ardından yayımlanan Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk isimli anı kitabını çıkardı. Kitap, ticari açıdan başarısızlıkla sonuçlandı. Adorno 1951’de Scholem’e şöyle yazmıştı: “Bugüne kadar çıkan eleştiriler (…) İngilizcede büyüleyici olarak adlandırılan türden, öyle ki bu kitabın yayılmasına yardımcı olmaktan çok engel oluyor.” Ayrıca başlıktaki “Berlin”in, sözcüğü “travma” ile ilişkilendiren Alman okurlar için itici bir unsur olduğunu düşünüyordu.
Yine de Suhrkamp, bazı tereddütlerden sonra Benjamin’in denemelerinin iki ciltlik bir derlemesini çıkarmayı kabul etti ve bu projeyle ikilini yazışmaları sıklaştı. Scholem’in şüpheleri vardı (ona uyan bir huysuzlukla “Hayal gücümü zorlasam bile Benjamin’in yazılarının 1955 Almanyası’nda nasıl bir okuyucu kitlesine hitap edeceğini tasavvur edemiyorum,” diye yazmıştı), ama iki adam belge toplamak, Benjamin’in hayatının kronolojisini oluşturmak ve ayrı ayrı giriş yazıları hazırlamak için birlikte çalıştı. Çalışmaların çoğu uzaktan yapılıyordu, ancak Scholem’in çoğu yaz katıldığı, İsviçre’de teologlar ve hümanistleri bir araya getiren Eranos konferansı sayesinde yıllık toplantı ritimlerini oturttular. Ciltler yayınlandığında Scholem, Adorno’ya “Hepsini bir arada okumak çok heyecan vericiydi,” diye yazmış ve eklemişti: “Hızlı baskı nedeniyle metinde çok fazla yazım hatası bulunması utanç verici.”
Suhrkamp 1959’da Benjamin’in yazışmalarından oluşan bir seçkiyi yayımlamayı kabul ettiyse de bu cildi hazırlamak daha külfetli oldu. Adorno ve Scholem, Benjamin’in eski karısı Dora ve sonradan koptuğu bazı arkadaşlarıyla hassas müzakereler yürüttüler. En önemli katkı, Adorno’ya “Elimde, çoğu muhteşem olan üç yüz kadar mektup var,” diyen Scholem’den gelmişti: “Doğal olarak Yahudilikle ilgili kısımlar bana göre mektuplarda olağanüstü önemli bir rol oynuyor.” Scholem, Benjamin’e kendi yazdığı mektupların yok edildiğine inanıyordu. Aslında 1940’ta Paris’te Gestapolar tarafından ele geçirilmiş, Moskova üzerinden Doğu Berlin’deki Doğu Alman devlet arşivlerine ulaşmıştı. Kopyaları nihayet 1977’de Scholem’e gönderildi.
Benjamin’in mektuplarından oluşan bu kitap 1966’da yayımlandığında, daha önceki kitaplarında olmayan bir etki yarattı. Bunun nedeni kısmen mektupların karmaşık ve anlaşılması zor makalelere kıyasla daha anlaşılabilir olması, kısmen de yeni neslin Alman Yahudi entelijansiyasının kaybolan dünyasını öğrenmeye hevesli oluşuydu. Mektuplar ve 1968’de Benjamin’in denemelerinin ilk İngilizce derlemesi olan Parıltılar (derleyen Arendt’ti), Benjamin’e 20. yüzyıl kanonunda hızla sağlam bir yer kazandıran ilgi patlamasının oluşmasını sağladı. Scholem’in 1940’ta yazdığı gibi dostları, ölümünün üzerinden otuz yıldan az bir süre geçtikten sonra “merhumun anısının yaşamasını” sağlamıştı.
İronik bir şekilde genç neslin Benjamin’e sahip çıkmasının yollarından biri de onun eserlerini muhafaza edenlere saldırmaktı. Almanya’da küçük bir radikal dergi Adorno’nun, Benjamin’in politikasını gizlemek ya da önemsizleştirmek için mektupları yeniden düzenlediğini iddia eden bir makale yayımladı. Adorno’nun Benjamin’i yeterince Marksist olmadığı için suçlamasından otuz yıl sonra, yeni nesil Adorno’ya yeterince Marksist olmadığı için saldırırken Benjamin’i kullanıyordu.
Adorno 1968’de Scholem’e “Akla hayale gelmeyecek hakaretlere uğruyorum,” diye yakınarak ondan destek istedi. Scholem bunun taktiksel bir hata olacağını söyledi, bunun yerine meseleyi büyütmemesini önerdi: “Ben bu konuyu senin kadar ciddiye almadım.” Scholem’in de gördüğü gibi asıl mesele mektupların yeniden düzenlenmesi değildi, saldırılar Adorno’yu kısa süre sonra baş hedef haline getirecek olan öğrenci isyanının ilk adımlarıydı.
Adorno ertesi yıl, 65 yaşında öldü, ancak ikili arasındaki yazışmalar son bir ironi daha barındırıyordu. Kasım 1968’de Adorno, Scholem’e kısa bir not yazarak Benjamin’in tüm eserlerini yayımlamak için 120.000 Mark gibi büyük bir bağış aldığı müjdesini verdi. Paranın kaynağı Hitler’in Alman halkına ucuz otomobil sağlamak için kurduğu, üretimlerini toplama kamplarındaki mahkumları köle olarak kullanarak gerçekleştiren otomotiv devi Volkswagen’di. Adorno böbürleniyordu: “Bazen biz hocalar, bu dünyadaki çocukların istediği kadar tinsel olmayabiliyoruz.” Oysa, Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” eserinden alıntı yapmak daha yerinde olurdu.
“Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan olabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır.”[iv]
*Bu yazı, Bartu Şanlı tarafından Adam Kirsch’in The New York Review’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.
[i] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2005, s. 257.
[ii] Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları.
[iii] Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih, çev. Betül Parlak, Alfa Yayınları, 2020, s.163.
[iv] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 2012, s. 42-43.
Desteğiniz bizim için önemli. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.