André Aciman’ın yazdığı, Luca Guadagnino’nun 2017’de sinemaya uyarladığı Beni Adınla Çağır (Call Me by Your Name) üzerine bugüne dek bolca yazılıp çizildi. Bu değerlendirmeler genellikle anlatının etrafında dolandığı temel meseleler gibi görünen cinsellik, cinsel kimlik ve rıza gibi kavramlara odaklandı. Öte yandan başlıktaki ifadenin tam olarak ne anlama geldiğini inceleyen bir çalışmayla karşılaşmadık. Hikâyede iki âşık, Elio (Timothée Chalamet) ve Oliver (Armie Hammer), birbirlerine kendi adlarıyla hitap etmeye başlıyor, bu şekilde anlaşıyorlar. Biz de bu ifadeyi ve iletişim biçimini anlamak üzere göstergebilim kavramlarına başvurabiliriz gibi görünüyor.
“Herkese kulağını ver, sesini verme”[i]: Sözcükler ve sessizlik
Jacques Rancière Cahil Hoca’da dile dair şunu söylüyor: “Hakikat söylenmez. Hakikat bir ve bütündür, dil onu parçalar; hakikat zorunlu, dillerse keyfidir.”[ii] Herhangi bir bağlam katmadan düşündüğümüzde, birini kendi adınla çağırmak gözün gördüğüyle sözün bağdaşmadığı bir anlamsal tahrife denk düşüyor. Bir adla özdeşleştirilen karakter başka bir adla çağrılmaya başladığında seyircinin algısıyla oynanıyor, sözün kendisi bu uyumsuzluğa bir açıklama sunmuyor. Öte yandan karakterlerin dile karşı ne kadar özenli olduğunu görüyoruz, kayısı sözcüğünün kökeniyle ilgili ufak test bunun en iyi örneklerinden biri. Nitekim Oliver’ın yetkinliğini kanıtlayan bu sahnenin ardından Elio da onun yanındayken sözcüklerini çok daha dikkatle seçmeye başlıyor. Bu ifadenin anlamı da Elio ve Oliver’ın söyledikleri ve söylemediklerinde saklı.
Dil keyfi olsa da iletişim kurma isteği olduğu müddetçe düşüncelerin aktarılması için o keyfi anlamlarla dolu dillere başvurmak gerekiyor. Dolayısıyla düşüncelerle sözcükler arasında bir tür aracılık ilişkisi olduğundan bahsedebiliriz. Anlam bireyin zihninde oluşurken dilin niteliklerini taşıyor, düşünce de Chomsky’nin ifadesiyle “içsel dil” işlevi görüyor. Adı bilinmeyenler dahi o bilgisizliğin çağrıştırdığı bir şeyle bağdaştırılıyor. Elio ve Oliver da dili, aralarındaki iletişim kurma ve birbirlerine yardımcı olma isteği için bir aracı olarak kullanıyorlar. Bu tek bir sözcükle karşılık buluyor, anlatının sınırları dahilinde bundan fazlasına gerek olmadığı görülüyor. Belki de en önemli gördükleri şeyi, birbirleri içinde kendilerini buldukları gerçeğini ifade ediyor, geri kalanları dillendirme gereği duymuyorlar. Peki, dillendirecek kadar önemli olan tek şey neden kendi adları?
“Adın ne değeri var?”: Anlam ve göstergebilim
Birini adınla çağırmanın ilk bakışta özveriyle, kendini başkasına adamakla bağdaşan bir yanı var. Bu bağlamda adını başkasına vermek kendi kimliğini, varlığını, doğduğun andan itibaren seninle olan bir şeyi ona sunmak anlamına geliyor. Bunu biraz daha deşmek için isimlerin anlamlarının bireylerin varlığını nasıl şekillendirdiğini hatırlayalım.
1948’de The Journal of Social Psychology dergisinde yayımlanan “A Note on Singularity in Given Names” (Ayırt Edici İsimlere Dair Bir Not) adlı araştırma, Harvard Üniversitesi’nden yakın zamanda mezun olmuş 3320 öğrencinin adıyla başarılarını karşılaştırıyor. Alışılmadık isimlere sahip öğrencilerin, yaygın isimlere sahip olanlara kıyasla başarısız olma ya da bir tür psikolojik sorunla karşılaşma ihtimallerinin daha yüksek olduğu görülüyor. Benliğin oluşmasında adların önemini vurgulayan araştırmalar sürerken 2017’de Journal of Personality and Social Psychology dergisinde yayımlanan “We Look Like Our Names: The Manifestation of Name Stereotypes in Facial Appearance” (Adlarımıza Benziyoruz: Adlarla İlgili Basmakalıp Yargılar Yüzlerimize Yansıyor) adlı çalışma, toplumsal algının ve çehrelerin birbirini etkilediğini, adlarla bağdaştırılan bazı etiketlerin de bu süreçte önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Peki, Elio ve Oliver’ın adları ne anlama geliyor?
Elio, Yunan mitolojisinde kendisine dört atın çektiği altın arabasıyla yer bulan “Güneş’in efendisi” Helios’tan gelen İtalyanca bir ad. Oliver ise Fransızca Olivier’den uyarlanmış, sözcüğün kökeni ise “ataların oğlu/emaneti” anlamına gelen Olaf sözcüğüne dayanıyor. Filmde Oliver’ı canlandıran Armie Hammer, verdiği bir röportajda yönetmenin onu karakterler tarafından incelenen heykellere benzetmeye çalıştığını, bu yüzden de çekimler esnasında sürekli tıraş olduğunu söylüyor. Nitekim filme dair okumalardan bazıları, Oliver’ın uzattığı antik bronz kolu Elio’nun sıktığı sembolik “ateşkes” sahnesinde kolun Oliver’ın heykelvari vücudunun bir uzantısına benzetilebileceğini vurguluyor. Oliver’ın bakış açısından Elio gerçekten de “ataların”, araştırmasına yardımcı olduğu adamın oğlu. Fazlasıyla lafzi bir yorum yaparsak, birbirlerine kendi adlarıyla hitap etmeleri her şeyi olduğu gibi ifade etmelerine, uygun toplumsal etiketleri birbirlerine yapıştırmalarına denk düşüyor. Elio, Oliver’a “Elio” dediğinde bu “Sen Güneş’imsin, taptığım kişisin,” anlamına geliyor, Oliver onu “Oliver” diye yanıtladığında ise bu ilişkinin uzun vadede devam etmesinin karşısındaki olası bir engele işaret ediyor: “Sen babanın oğlusun.” Karakterlerinin adlarını alışılmadık biçimde kullanan hikâye, böylelikle kendi olay örgüsünü de önümüze seriveriyor.
Roland Barthes, Göstergebilim İlkeleri’nde gösteren ve gösterilen arasında mutlak bir bağ olmadığını, gösteren gösterilene işaret etse de içinde gösterilenin özüne dair bir unsur barındırmadığını ifade ediyor. “Beni adınla çağır” dendiğinde aynı anda hem gösteren hem de gösterilen olan iki adın birbirine dair ana unsuru (birbirlerinin adları) içerdiği bir âna şahitlik ettiğimiz için bu ifade Barthes’a bir nevi meydan okuyor. Karakterler birbirlerine bu şekilde hitap ettikçe, hem gösteren hem de gösterilen olan iki unsurun etkileşiminden tek bir gösterge doğuyor. Bunu aynadaki görüntü aracılığıyla ortaya çıkan anlama da benzetebiliriz.
Umberto Eco, Göstergebilim ve Dil Felsefesi’nde aynanın önündeki küçük bir çocuk tasvir ediyor. Yansımasıyla ilk defa karşılaşan çocuk, bunu hakikatle karıştırıyor. Ona bir süre daha maruz kalıp düşündüğünde ise bunun bir imgeden ibaret olduğunu, nihayetinde de kendi imgesi olduğunu fark ediyor. Nitekim 2004’te yapılan “Variability in the early development of visual self-recognition” (Kendi görüntünü tanımanın erken gelişiminde değişkenlik) adlı bir çalışma, kişinin aynada kendi imgesini görmesinin kendini tanımanın ilk biçimlerinden biri olduğunu, kendini tanımanın bu türünün kişi zamirlerinden ve fotoğrafik saptamadan önce geldiğini belirtiyor. Nitekim bunu Elio ve Oliver’ın deneyimlerine de uyarlamak mümkün. Zaman geçtikçe birbirlerinde kendilerinin birer yansıması olduğunu fark ediyorlar, Elio’nun babası da bu durumu Montaigne’e referansla şöyle açıklıyor: “çünkü oydu, çünkü bendim.”
Eco, ayna imgesine dair sözlerini şöyle sürdürüyor: “Öte yandan aynalar imgenin kendisini terse çevirmez; sağ tarafı sağ tarafta, sol tarafı da sol tarafta temsil eder. (…) Aynanın önünde tersine dönmüş değil, tamamıyla eşleniğini bulmuş bir imgeden bahsederiz, bu tıpkı emici kâğıdın mürekkeple yazılmış bir sayfaya bastırılmasına benzer.[iii]” Özetle ayna, zihnimiz gibi bir okumada bulunmuyor, karşısındaki nesneyi olduğu gibi gösteriyor. Karşısındaki hariç herhangi bir nesneyi adlandırma işlevi olmayan aynalar gibi Elio ve Oliver da birbirlerine kendi adlarıyla hitap ediyor, birbirlerine yansıyan imgelerini benimserken nasıl eşleştiklerini, bir olduklarını hatırlatıyorlar. Burada kendini aynanın önünde tanımakla kişi zamiri kullanmak aynı anda gerçekleşiyor, bu da kendini tanımanın görsel ve sözel sıralamasını tersyüz eden bir deneyimle sonuçlanıyor.
“Kendine karşı dürüst ol”: Benlik algımız
Psikolog Engin Geçtan, Zamane adlı kitabında bir çocuğun doğduğu andaki benlik algısından bahsediyor. Geçtan’a göre bir çocuk doğar doğmaz “ben” algısına sahip değil, çünkü o sırada başka herhangi bir varlık biçiminin farkında olmaksızın evrenle temasa geçmeyi hedefliyor. Ebeveynin çocuğuna yönelttiği sahiplik iddiasıyla somutlaşan sahip olma algısı da benlik algısıyla neredeyse eşzamanlı oluşuyor. “Ben” var olmaya başladığı anda “benim şeyim” de hemen ardından geliyor, “ben” algısına başkalarının gerçek olduğuna inandığı imgeler yansıtıyor. Özetle benlik algımız ve başkalarının bizdeki yansımasını bozan sahiplik hissinden ötürü başkalarını algılama biçimimiz bulanıklaşıyor. Geçtan, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Böyle bir yaşantıda tek başına bir ‘ben’ yoktur, ‘ben-sen’ tek bir yaşantıdır. ‘Ben-sen’ ilişkisindeki ‘ben’, birlikte olduğu ‘sen’le ilişkisi içinde belirlenir. Buradan ‘sen’ ile kastedilen yalnızca insanlar dünyası değil, doğadaki her şey ve onun da ötesinde evrenle kurulan ilişki içinde, yani teklikte var olmaktır.”
Bu düşünceyi takip edersek, Call Me By Your Name’deki iki başkarakter “ben” ile “sen” arasında bir ayrım yapma ihtiyacı duymuyor, “ben-ben” ve “sen-sen”lerden oluşan bir dizilimin içinde hemhâl oluyor. “Sen”in “ben”in adıyla çağrılması, “ben”in doğduğu andan itibaren sahip olduğu bir şeyden, “benim adım”dan feragat etmesi anlamına geliyor. Tabii bunu “ben-benim şeyim” dinamiğine apayrı bir boyut katan, aşırı bağımlılığa dayalı bir ilişki olarak da yorumlamak mümkün.
“Ben” ile dil arasındaki ilişkiye Ludwig Wittgenstein’ın yazdıklarında da rastlıyoruz. Meşhur “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır,” ifadesini Cogito’nun Güz 2002 sayısında yorumlayan Ömer Naci Soykan, buradaki “dünya” ve “ben”in bilinen tüm olgularından toplamından oluşan “dünya” ile bu olgulardan biri olan “ben”den farklı iki kavrama işaret ettiğine değiniyor. Yani “ben”, “benim dünyam”dan bahsederken bu dünyanın sınırları, yalnızca “ben” tarafından algılanabilecek bir dille çiziliyor. “Beni adınla çağır” ifadesi de bu bağlamda “ben”, “benim dünyam” ve “benim dilim”i bir araya getiriyor, “Beni(m dünyamı) adınla çağır” yorumunu denkleme kattığımızda iki âşığın dünyalarının ve dillerinin sınırlarını birbirlerinde tanımladığı sonucuna ulaşmamıza aracı oluyor. Devamındaki “(…) ben de seni adımla çağırayım” ile gelen karşılıklılık unsuru, bireysel amacını bulmanın bir yolu olarak “ben”i tekrar “benim dünyam”ın sınırları içine dahil ediyor. Bu da belki “sen” içindeki “ben”in keşfedildiğini, dolayısıyla artık susmaya gerek olmadığını vurguluyor.
Filmin son sahnesinde Oliver ayrıldıktan sonra ateş başında ağlayan Elio’yu görüyoruz. Bu uzun sekans, arkadan ona “Elio” diye seslenen annesiyle kesintiye uğruyor. Anlatının (ve bu yazının) başından beri bambaşka anlamlara yolculuk yapmamızı sağlayan aynı sözcük orijinal bağlamıyla kullanıldığında büyü bozuluyor, isimler yerli yerine oturuyor, biz de hayal âleminden çekiliyor ve gerçekliğin içine atılıveriyoruz.
[i] Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu, Remzi Kitabevi, 1974.
[ii] Çeviren: Savaş Kılıç, Metis Yayınları, 2018.
[iii] Eco’nun Semiotics and the Philosophy of Language adlı kitabından bizzat çevirdim.