Herkes için bazı gruplar vardır dinlediğinde olduğu yerden uzaklaşabildiği, ama hayali ve ütopik bir paralel evrene doğru uzaklaşabildiği. Evet, bazı gruplar motivasyon artırır, bazı gruplar mutlu eder, bazı gruplar çok sevilir, bazıları yol arkadaşı, bazıları hayat arkadaşı olur. Ancak elinden tutup başka bir diyara götürmek çoğunlukla daha zordur. Dream-pop adı verilen türün kudreti de buradan geliyor. İsmiyle müsemma, hayal kurmanıza eşlik etmekten ziyade rüyanızın ta kendisi oluyor bu türün sınırları etrafında icra edilen melodiler. Beach House da bu melodilerin sahiplerinden, üstelik on yılı aşkın bir süredir.
Bir insanın büyürken bir grubu kendine film müziği olarak seçmesi grup için mi büyük bir lütuf, yoksa kişi için mi bilemiyorum. Ama Beach House benim için o lütuflardan biri. Müzik benim için hobilerim-arasında-müzik-dinlemek-var kategorisinden çıkıp müzik-hakkında-düşünmeden-yaşayamam noktasına vardığından beri hayatımda olan bir grup Beach House. Kendi adlarını taşıyan ilk albümlerinden ‘Apple Orchard’ kampüs hayatına ayak uydurma bunalımlarımı izlerken, ikinci albüm Devotion’dan ‘Gila’ hayatımla ne yapacağımı çözme krizlerime eşlik etti. Üçüncü çocukları Teen Dream en çok hatırladığım mutlu anlarımın arka plan müziğiydi. Dördüncü harika Bloom’un herhangi bir çaba harcamasına zaten gerek kalmamıştı, zira ilk görüşte her şeyim oluvermişti, hayatıma girdiği 2012 yazından beri de en özel flashback’leri ve deja-vu’ları yaşatmaktan da asla kaçınmıyor. Üç yıllık bir aradan sonra yine bir Ağustos ayında ise beşinci evlat Depression Cherry soframıza düştü. Ve ziyadesiyle de şaşırttı.
İngilizce maalesef bazen yerine bir şey koyamadığımız deyimler sunuyor. “Diehard” da bunlardan biri. Kabaca çevirirsek nuh deyip peygamber demeyenler için kullanılıyor. Ama en çok yakıştığı eküri ise sevdiği grubu muhafazakâr bir biçimde yargılayıp yeni bir şeyler denediklerinde küsüp sırt çevirenler. Depression Cherry de bu “diehard”ları tatmin etmeyecek bir albüm, zira Teen Dream ve Bloom ile gruba kucak açanlara bir ‘Norway’, bir ‘Myth’ sunmuyor. Onun yerine grubun sınırları içinde gezdiği tür olan dream pop’un veteranlarını anımsatan melodiler sunuyor. Albümün ilk single’ı ‘Sparks’ı My Bloody Valentine yayımlasa şaşırmazdık örneğin veya ‘Bluebird’ rahatlıkla bir Slowdive şarkısı olabilirdi. Yine de grubun muhafazakâr hayranlarını sevindirecek bir benzerlik de mevcut, üçüncü şarkı ‘Space Song’, Teen Dream’den ‘Silver Soul’u anımsatıp tebessüm ettiriyor.
Albümün açılışını yapan ‘Levitation’da Legrand “Seni götürmek istediğim bir yer var” diye mırıldanıyor ve Beach House gerçekten bu kez de bizi alıp bir yerlere götürüyor. Götürdüğü yerin neye benzediği hiç önemli değil, yolculuğun kendisi zaten ziyadesiyle nefes kesici.
2015 müzikal açıdan çok şükür tatmin edici bir yıl olmaya devam ediyor, kendilerinden yeni bir şey duymayı ziyadesiyle özlediğimiz gruplar teker teker albümlerini yayımladılar bile. Geri dönüş albümlerinin böylesine bereketli olduğu bu yıl piyangoyu bize kazandıranlardan biri de Beach House oldu. Grizzly Bear da bu hasretle beklenenlerden biriydi, ki Beach House ve Grizzly Bear’ı yan yana anmamak neredeyse imkânsız, üstelik Beach House’un sesi Victoria Legrand ile Grizzly Bear’ın sesi Ed Droste’nin fazlasıyla büyüleyici işbirliklerine tanık olmuşken iyice imkânsız. Kadın ve erkeğin sağlam ve uyumlu birlikteliğinin birçok güzel örneği var kültür ve sanat tarihinde, bunların en kutsallarından biri de kadın ve adamın sesinin uyumu olsa gerek. Bu noktada Grizzly Bear’dan yeni bir şeyler duyma ihtimali kadar bizi heyecanlandıran bir şey varsa o da Legrand ve Droste’nin birlikte tekrar bir şeyler mırıldanma ihtimali.