Barış Ünlü: ‘Tabuların tartışılması bilimsel sorumluluktur’

Barış Ünlü, mulkiyehaber.net

Sınavda sorduğu soru nedeniyle “terör örgütü propagandası yapmak” ve “suçu ve suçluyu övmek” suçlamalarıyla 7 yıla kadar hapis istenen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Barış Ünlü ilk duruşmasında beraat etti. Ünlü’nün mahkemede yaptığı etkileyici savunma mulkiyehaber.net web sitesinde yayımlandı:

Sayın Heyet,

Burada bulunma sebebimin üniversite özerkliği ve akademik özgürlük meseleleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla savunmamı bilimsel ve akademik özgürlük kavramları etrafında yapacağım. Bunu genelden özele giderek yapmayı amaçlıyorum. Bilimin ve bilimsel özgürlüğün ne olduğuyla ve bunların devlet ve toplum tarafından zaman zaman neden tehlikeli görüldüğüyle başlamak, sonra davaya konu olan dersimin bu bağlamda ne anlama geldiğiyle devam etmek ve dersimle ilgili açılan davanın bir bilim insanı olarak beni nasıl etkilediğiyle bitirmek istiyorum.

Bilim insanlarıyla devlet ve toplum arasında dünyanın her yerinde bir gerilim mevcut, çünkü bilimin değerleri ve idealleri ile devlet ve toplumun değerleri ve idealleri arasında uyumsuzluk ortaya çıkabiliyor. Bir ideal olarak bilimin ulusal, etnik ve dini sınırları yok. Bilimin evrenselliği derken kastedilen de bu. Bir meseleyi anlamasını zorlaştıran veya bir şeyi görmesini engelleyen her sınırı aşmak istiyor. Ayrıca örneğin astronomi, biyoloji, tarih ve sosyoloji bilgisi bu sınırların geçiciliğini ve göreliliğini de göstermektedir. Örneğin bir doğa bilimcisi zannedildiği gibi dünyanın evrenin merkezinde olmadığını ve evrenin 5-6 bin yıllık değil, milyarlarca yıllık bir tarihi olduğunu ya da insan vücudunun bu haline evrim sürecinde geldiğini iddia edebilir. Bu sınır tanımayan fikirler doğal olarak devlet ve toplumun tepkisini çekti çünkü bu fikirler dünyanın ve insanın evrendeki biricikliği gibi alışıldık ve konforlu düşünceleri sarstı. Bu nedenle bu fikirleri ortaya atanlar cezalandırıldı ya da cezalandırılmak istendi. Fakat bu fikirler nihai olarak bilimsel doğrular haline gelmiş ve kabul görmüşlerdir.

Sosyal bilimler, doğa bilimlerine kıyasla, devlet ve toplum nazarında daha da tehlikeli olabiliyorlar çünkü temel analiz nesneleri devlet, toplum ve bireydir. Sosyal bilimlerin en önemli uğraşlarından birisi iktidar ilişkileri ve güç eşitsizlikleridir, çünkü güç eşitsizliği bir meseleyi görmeyi ve anlamayı zorlaştıran belki de en temel faktör. Bu anlamda sosyal bilimler, örneğin, devlet, din, ulus, aile gibi çıkarsızlık atfedilen, yani çıkarların değil fedakârlığın ve diğerkâmlığın hüküm sürdüğü düşünülen kurumların ne gibi çıkarlara dayandığını; bir devletle o devletin sınırları içinde yaşayan halklar arasındaki iktidar ve baskı ilişkilerini ve o sınırlar içinde yaşayan halklar arasındaki ekonomik, politik ve psikolojik eşitsizlikleri; farklı toplumsal sınıflar arasındaki baskı ve sömürü ilişkilerini; farklı cinsiyetler arasındaki baskı ve sömürü ilişkilerini; kişinin kabahati gibi görünen “başarısızlıkların ve sorunların” toplumsal ve tarihsel nedenlerini incelerler. Bütün bunları yaparken, bu eşitsizlikleri normal ve doğal gösteren ya da görünmez kılan söylemleri, ideolojileri, inançları da deşifre ederler. Özetle siyasal, askeri, ekonomik, sembolik ve kültürel iktidarları ve bu iktidarların uygulanma biçimlerini analiz ederler.

Güçlülerin sosyal bilimleri potansiyel olarak tehlikeli bulmasının başlıca sebebi işte bu. Tabii bilimden sadece güçlüler rahatsız olmuyor; düşünsel ve duygusal konforunu bozmak istemeyen güçsüzler de rahatsız olabiliyor. Ayrıca bir alanda güçsüz olan ve sömürülen kişi, diğer bir alanda güçlü ve sömürücü olabilir. Örneğin fabrikada patronuna karşı güçsüz olan erkek işçi eve geldiğinde eşine ve çocuğuna karşı güçlü olabilir. Dolayısıyla aynı kişi güçsüz olduğu alandaki iktidar ilişkilerinin analizinden memnun olabilirken, güçlü olduğu alandaki ilişkilerin analizinden rahatsız olabilir.

Bilim insanıyla devlet ve toplum arasındaki bu gerilimler nedeniyle, bilim insanları son birkaç yüzyıldır devletten ve toplumdan çeşitli şekillerde baskı gördüler ve bu baskıyı aşmak için de dünyanın her yerinde mücadele verdiler ve hâlâ veriyorlar. Bu mücadelede onlara, çıkarı bilimlerin gelişmesinden yana olan toplumsal gruplar da destek verdi. Sonuçta, belli bedeller de ödenerek, bilim insanları kendi mesleklerine dair belli bir özerklik kazanabildiler. Üniversite özerkliğini, hem devletten hem de toplumdan özerk olma ve kendi çalışma kurallarını ve yöntemlerini kendisinin belirleme gücü olarak tanımlayabiliriz. Özellikle Batı ülkelerindeki bilim dünyası bu özerkliğini büyük ölçüde kurumsallaştırmış durumda. Özerkliğin kurumsallaşması, özerkliğe devletin ve toplumun saygı göstermesi anlamına geliyor. Bu saygı sayesinde bilim kurumları özerk kalabiliyor. Demek istediğim Batı dünyasında da bilim insanlarıyla devlet ve toplum arasında gerilim olabilir, fakat bu gerilimi, üniversitelerin özerkliğine müdahale etmenin bir bahanesi olarak kullanmıyorlar. Tam tersine, üniversite özerkliği fikrinin arkasında bu gerilimin var olduğu tespiti var. Gerilim olmasaydı özerkliğe de gerek olmayabilirdi. İşte bu nedenlerle, bilimsel başarıların büyük çoğunluğu, hem doğa bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde, bu özerkliği sağlamış ve kurumsallaştırmış ülkelerden çıkıyor. Çünkü bu ülkelerde, sadece birkaç bilim kahramanı değil, sayısız bilim insanı kendi kural ve yöntemlerine göre çalışabiliyor.

Türkiye gibi akademik özgürlük ve üniversite özerkliğinin kurumsallaşmadığı, yani bu ideallerin devletten ve toplumun büyük kısmından yeterince saygı görmediği ülkelerde ise, gerçek anlamda bilimle uğraşmak ancak belli bir özerkliği sağlayabilmiş sınırlı sayıda akademik kurumda mümkün olabiliyor. Türkiye’de bilimsel başarının büyük bir bölümü de doğal olarak bu az sayıdaki üniversiteden çıkıyor. Özerkliği olmayan üniversitelerde çalışan bilim insanları, ne kadar yetenekli ve bilgili olurlarsa olsunlar, istedikleri ve gerektiği gibi çalışamıyorlar çünkü baskı altındalar. Hem devletten hem de toplumdan baskı görebiliyorlar. Bu baskılara direnmek için bilim insanlarının birer kahraman olması gerekmektedir, ki kahramanlar baskıcı her yerde olduğu gibi Türkiye’de de çıkıyor. Fakat birkaç kahraman insanla bilim yeterince gelişemiyor. 

Benim çalıştığım Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü ve özel olarak Siyasal Bilgiler Fakültesi, şimdi ayrıntısına giremeyeceğim tarihsel süreçler sonunda, devletten ve toplumdan belli bir özerklik sağlamış yerler. Bu nedenle bu kampüste bilimle başarılı bir şekilde, yani evrensel standartlarda uğraşmak için kahraman olmaya gerek yok. Özgür bir şekilde kendi alanlarında çalışabildikleri için çok sayıda başarılı bilim insanı ortaya çıkabiliyor. Demek istediğim, bu kampüste iyi çalışmalar yapabilmek için cesur olmaya ve hatta çok yetenekli olmaya gerek olmadığıdır. Kurumsal güvencenin ve özerkliğin sağlandığı yerde, “korkak” bir insan da başarılı olabilir, yani görünmeyenleri ve görünmesi istenmeyenleri başarıyla bulup görünür ve anlaşılır kılabilir. Cebeci Kampüsü’nde ve Türkiye’deki benzeri diğer kampüslerde böyle çok sayıda insan var, ama bunlara benzemeyen üniversitelerde çok yok, çünkü oralarda kahraman olmak gerekiyor.

Şimdi davanın konusu olan dersime ve sınav sorusuna gelmek istiyorum. “Türkiye’de Siyasal Hayat ve Kurumlar I” adlı seçmeli dersi AÜ SBF’de Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne 5 yıldır ben veriyorum. İkinci dönem ise “Türkiye’de Siyasal Hayat ve Kurumlar II” adıyla başka bir öğretim üyesi veriyor. Bu ders yine iki dönemlik olmak üzere Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’ne de farklı öğretim üyeleri tarafından veriliyor. Ders genel olarak, adının ima ettiği üzere, Osmanlı ve Türkiye tarihiyle ilgilidir, fakat dersin spesifik içeriği ilgili öğretim üyesinin önemli gördüğü veya vurgulamak istediği temalar, konular ve sorunlar etrafında belirlenmektedir.

Ben kendi dersimde, son iki yüz yıllık Osmanlı-Türkiye tarihini Ermeni ve Kürt Meseleleri üzerinden işliyorum. Dersi bu şekilde işlememin nedeni, bu iki meselenin modern Osmanlı-Türkiye tarihini derinden etkilemiş ve şekillendirmiş meseleler olduğuna dair sahip olduğum bilgi ve düşüncedir. Ermeni ve Kürt meseleleri yüzbinlerce insanın ölümüne ve yerinden edilmesine neden olmakla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda Türkiye’de sınıfsal yapıyı ve mülkiyet ilişkilerini; toplumsal sınıflar arası ittifakları; milliyetçilik, İslamcılık ve Marksizm gibi modern ideolojileri; devletin resmi ideolojisini; kamu kurumları ve sivil toplum örgütlerinin kuruluşunu ve işleyişini ve bu oluşumların birbirlerine eklemlenme biçimlerini; entelektüel hayatı; bireylerin duygu ve düşünce dünyalarını; bireylerin toplumsal ve kurumsal rollerini ve bireylerin belli konulara ilişkin inkâr, ilgisizlik ve bilgisizlik stratejilerini; Anadolu’da yaşayan farklı halkların kolektif psikolojilerini ve bu halklar arasındaki duygusal ve düşünsel uçurumları şekillendirmiştir ve halen de şekillendirmektedir. Dolayısıyla bu iki meselenin farklı boyutları ve sonuçları anlaşılamadan modern Osmanlı-Türkiye tarihini analiz etmek mümkün olmadığı gibi, toplumu karşıt kamplara ayıran ve sayısız insanın hayatına mal olan çatışmalarının çözümünü bulmak da mümkün değildir. İşte verdiğim dersin amacı, öğrencilere bu görüş ve analiz yeteneğini kazandırmaktır. (Bahsedilen iki meselenin Türkiye tarihinin büyük bölümünde birer tabu olması, başka bir deyişle üzerlerine özgür, eleştirel ve yaratıcı bir şekilde düşünülmesinin ve araştırma yapılmasının devlet ve çoğunluk tarafından hoş karşılanmaması, bu konuların öğrenilmesini ve tartışılmasını özerk üniversiteler için bir bilimsel sorumluluk haline de getirmektedir.)

Özetlediğim şekilde formüle edilen ve işlenen bu derste dönemsel olarak 1980’lere geldiğimizde ise, ki bu genelde vize sınavı sonrasına tekabül ediyor, dersin odağı doğal olarak Kürt meselesinin kazandığı silahlı boyuta ve savaşın siyasal, toplumsal ve psikolojik sonuçlarına kayıyor. Sadece Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı yerleri değil, bütün Türkiye’yi çeşitli biçimlerde derinden etkileyen bu süreci analiz edebilmek için bazı temel metinleri bilmek şarttır. Bu metinler arasında Abdullah Öcalan’ın yazdığı metinler belki en önemlileridir. Bunlar okunmadan ve bilinmeden, örgütün nasıl ortaya çıktığı, başlangıçta neden silahlı bir yöntemi seçtiği, zaman içinde nasıl evrildiği ve bir yöntem olarak şiddeti gündeminden çıkartmayı neden tartışmaya başladığını anlamak mümkün değil. Dolayısıyla, Kürt Meselesi’nin son kırk yıldır Türkiye tarihini ve toplumunu nasıl etkilediğine dair sürdürülen her bilimsel ve akademik faaliyet (tez, makale, kitap, konferans, ders vb.) için, Abdullah Öcalan’ın yazdığı metinler çok önemli kaynaklardır. Bu önem, o metinlerin değerli olup olmamasından bağımsızdır. Başka bir deyişle, o metinleri değersiz bulan bilim insanı da değerli bulan bilim insanı da, eğer o metinler önemliyse, o metinlerden yararlanmak durumundadır. Bu kaynaklardan toplumu ve bireyleri rahatsız edebilir diye yararlanmamak ya da devlet bu kaynakları “sakıncalı” buluyor diye bunlar hakkında tartışmamak bilimsel bir tutum olamaz, çünkü genel olarak bilim etiğinin en önemli ilkelerinden biri ele alınan bir meseleyi anlamak açısından önemli olan her bilgiyi kullanmak ve paylaşmaktır, yani o bilgiler yokmuş gibi davranmamaktır. Dolayısıyla ben o metinleri öğrencilere okutmasaydım, bu akademik etikten büyük bir ödün vermek demek olacaktı. Bir anlamda mesleğime ve öğrencilerime sadakatsizlik göstermiş olacaktım.

Benimle ilgili iddianamenin hukuki ayrıntılarına girmek istemiyorum, bunu avukatım yapacak. Fakat bir noktaya değinmeden edemeyeceğim. İddianame benim okuttuğum metinler ve sorduğum sınav sorusuyla kampüste olduğu iddia edilen şiddet ortamı arasında bir bağlantı kuruyor. Bu iddia olgusal olarak geçersizdir. Fakat bundan önemlisi, iddianame şunu gözden kaçırmakta veya görmezden gelmektedir: Şiddetin nedenini öğrenmek kişiyi şiddet yanlısı yapmaz. Şiddeti ortaya çıkaran nedenleri anlamak, tam tersine, kişiyi o nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik bir arayışa itmektedir. Şiddetin nedeni anlaşılmadan sadece şiddetin kendisine odaklanılırsa, o zaman karşınızda sadece imha edilmesi gereken bir düşman, bir şeytani insan görürsünüz. Bu anlamda, bilim insanlarının, özellikle mesleğinde evrensel standartlara uyan bilim insanlarının dünyanın her yerinde barış yanlısı insanlar olmaları tesadüf değil. Çünkü onlar damgalamaktan ve yargılamaktan ziyade anlamaya çalışıyorlar. 

Bugün yargılanıyor olmamı işte burada anlatmaya çalıştığım akademik özgürlük ve üniversite özerkliği fikirlerine, yani akademinin kendi evrensel kurallarına göre çalışması fikrine, saygı duyulmamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Dersim ve sınavda sorduğum soru ilk önce, çok satmayan ama toplumun çoğunluğunun dini ve milli hassasiyetlerini temsil ettiğini iddia eden Vahdet Gazetesi tarafından manşete taşındı. Bu gazetede yayımlanan yalan ve iftira dolu yorum-haber, dersimi üniversitenin özerk ve güvenli alanından alıp çoğunluğun önüne taşıdı, beni hedef gösterdi. Sonra devleti ve kamuyu temsil eden savcılık, hakkımda ilk önce soruşturma sonra da dava açtı. Bir başka deyişle, savcılık basın etiğine uygun olmayan bir haberi önemseyerek ve ciddiye alarak karşınıza beni şüpheli sıfatıyla getirdi. Böylece, şahsımın akademik özgürlüğüne, ama tabii daha genel olarak bütün sosyal bilimcilerin akademik özgürlüğüne müdahale etti. Bunun, böyle bir dersin verilebildiği, hem de özerklik olduğu için korkmadan verilebildiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne ve benzeri özerk kurumlara yönelik bir saldırı olduğunu düşünüyorum.

Son olarak, bu saldırının kişi olarak beni nasıl etkilediğine değinmek istiyorum. Daha önce de ima ettiğim gibi, ben korkusuz bir insan değilim. Bilimsel faaliyette bulunmak için cesaretin gerekmediği bir kurumda çalışıyorum. Fakat hakkımdaki bu iddianame düzenlenerek, Vahdet Gazetesi’nden gelen saldırıya karşı beni korumayıp tam tersine medya organının haber içeriği bir anlamda onaylanarak, belli bir doğallık ve kendiliğindenlik içinde sürdürdüğüm bilimsel faaliyetlerime darbe vuruldu. Artık kendimi yeterince güvende hissetmiyorum, hatta dersimi alan öğrencilerin güvenliği için bile endişelendiğim zamanlar oluyor. Yakınlarım başta olmak üzere, çevremden sürekli uyarı alıyorum, bu işleri bırakmam isteniyor. Şimdilik bırakırsam sonra devam edebileceğim söyleniyor. Bütün bunlar, yani devletten, medyadan ve yakın çevremden gelen farklı türden baskılar, üzerimde ciddi bir tazyik yaratıyor. Bu basınç da oto-sansür yapmayı düşünmeme yol açıyor. Bana yapılanları gören çok sayıda genç araştırmacının da bilimsel faaliyetlerinden belki daha başlamadan ödün verdiklerini tahmin edebiliriz.

Bu tarz baskıların bilim açısından en olumsuz sonucu bir düşüncenin açıklanmasını engellemesi değil, o düşüncenin oluşmasını engellemesidir. Yani bilim insanı belli konulara hiç girilmemesi gerektiğini görerek ve sezerek, kendi zihninde o konulara dair belli düşüncelerin oluşmasına da engel olur. Aksi halde, var olan bir düşüncesini açıklamamak kişinin kendisine dair öz saygısını yitirmesine sebep olurdu. Öz saygıyı korumak adına, belli konularla hiç ilgilenmemek, belli konularda hiç düşünmemek en iyisidir. Türkiye’de örneğin Ermeni ve Kürt meselelerine ilişkin üniversitelerde dahi bu kadar az düşünülmesinin temel nedeni kanımca budur.

Bu hedef gösterme ve yargılama sürecinin beni kişisel olarak etkilediği ikinci bir boyut var: Yaklaşık bir yıldır gazete manşetleriyle, soruşturmayla, davayla, siyasetçilerin medya üzerinden akademisyenlere yönelttikleri tehditlerle uğraşıyorum/uğraşıyoruz, bunlar bazı günler tüm mesaimi alıyor. Bilimsel faaliyetlerin konsantrasyonla ve dış etmenler tarafından rahatsız edilmeden yalnız ve sakin vakit geçirebilmekle ne kadar ilgili olduğu düşünülürse, bütün bu sürecin akademik özgürlüğe bu anlamda da darbe vurduğu görülecektir. Yani benim sakin bir kafayla çalışabilme özgürlüğüme de müdahale edildi. Zihnim uzun zamandır tam bir kaos halinde. Sakinliğini bütünüyle yitirdi. Artık doğru dürüst düşünemiyor, odaklanamıyor, okuyamıyor, yazamıyorum.

Elbette bu bahsettiklerim sadece benim sorunlarım değil. Bugün Türkiye’de binlerce akademisyen benzer sorunlarla boğuşuyor çünkü Türkiye’de akademi çok yönlü ve çok boyutlu bir saldırı altında. Bazı kampüslerin ahlaksızlık veya terör yuvası olduğu söyleniyor ve bu üniversitelere orduyla bile girilebileceğinden bahsedilebiliyor. Evrensel olmaya çalışanın, yerli ve milli hassasiyetlere uymadığı, imha edilmesi gerektiği söyleniyor. Düşünce insanları toplumuna yabancı olmakla eleştiriliyor. Dolayısıyla bilim insanıyla toplum arasında her zaman var olan gerilim, devlet ve medya aracılığıyla iyice kaşınıyor, böylece de toplumun üniversiteye duyduğu sınırlı saygı iyice azaltılıyor. Üniversite ve bilim insanları suçluymuş gibi, ahlaksızmış gibi, hainmiş gibi, teröristmiş gibi gösteriliyor ve böylece saldırıyı hak eden insanlar olarak saldırıya açık hale getiriliyorlar. Hakkımdaki iddianameyi de bu çerçevede değerlendiriyorum.

Savunmamı burada noktalıyorum.

Yard. Doç Dr. R. Barış Ünlü
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Kaynak: mulkiyehaber.net / Nurettin Öztatar

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share