Onur Saylak ve Hakan Günday’ın ortak yapıtı Uysallar, gerek ikilinin daha önceki çalışmaları sebebiyle gerekse de oyuncu kadrosuyla dikkatleri üzerine çekti. Kadrosunda Öner Erkan, Songül Öden, Haluk Bilginer, Uğur Yücel, Nezaket Erden, İbrahim Selim ve Erdem Şenocak gibi beğendiğim birçok oyuncu olduğu için diziyi çıktığı gün izlemeye başladım.
İçeriğe girmeden önce, izninizle, biçimsel bir eleştiriyle başlamak isterim. Belki de dizinin Succession ve Six Feet Under gibi dizileri anımsatması (ki yazarın herhangi bir diziyi izlemeye başlarken böyle bir karşılaştırma umudu yoktur), ama o çıtaya erişememesinin sebebi fazla konuşuyor olması. Kadına şiddet, sis mi hava kirliliği mi tartışması, 1999 depremi, dış güçler, patron tarafından taciz edilen kadınlar, otoriter rejim, Twitter… Tüm bu konuların kolajını sunan dizi, postmodern bir yapıya evriliyor, aklımıza sahip çıkmamız gereken zamanlarda olduğumuzu hatırlatıyor. Murat Menteş romanlarını anımsatırcasına metafor ve aforizmaların havada uçuşması, dizinin kendini fazla ifşa etmesi seyirciyi biraz rahatsız etmiş olabilir. Ama bence dizinin amaçladığı, oldukça fazla şeyi yüksek sesle getiren senaristin altını çizmediği ve gizliden gizliye hissettirdiği bağları aktarmak.
Dizi odağına Oktay’ı almış gibi yapsa da aslında bütün aileye odaklanıyor. Uysallar, yaptıklarıyla “yasal” ve “etik” bir Palu ailesini anımsatıyor. Çünkü her bir birey ufak da olsa sınırları aşıyor, kendini farklı biri gibi tanıtıyor, kamu malına zarar veriyor, eşini aldatıyor, para çalıyor, yani aslında yasal olmayan, ama tam da suç sayılmayacak bir daire içerisindeki eylemlerde dans ediyorlar. Kimse ölmüyor, yaralanmıyor, ama sınırın aşımı oldukça aşikâr.
Dizide hiç sözü edilmese de aslında Oktay’ın evden kaçma isteği, atlatılamamış bir “anne yasına”, bununla baş edemeyen karakterin büyüyememesine işaret ediyor: “Eksik doğuyoruz, ama bu eksiğin adını koyamıyoruz bir türlü. Sonra, dişi isek eğer, birileri bize eksiğimizin bacaklarımızın arasında bulunması gereken minik bir et parçası olduğunu söylüyor. Söylemeseler de hissettiriyorlar, ima ediyorlar. (…) Ama o et parçasına sahip olanlarımız da fazla sevinmemeli. Onların penisi var belki, ancak bu olanların eksiklerini gidermeye yetmiyor. Penisi olanlara vadedilen hiçbir şey (yani kadın, iktidar, statü, güvenlik, bütünlük, içerilme), bacak kadar çocuğa verilmiyor ki. Biz de hep ‘büyümeyi’ bekliyoruz, vaatlerin tutulacağı günleri.”[i]
“Déjà éprouvé” ve vaatlerin tutulmadığı günler
Çoktan yaşanmışlık olarak Türkçeye çevrilebilecek déjà éprouvé, bir yandan seyirci olarak aşina olduğumuz bir aileyi, diğer yandan da Oktay’ın kaybetmişlik hissini anlatıyor. Oktay dizi boyunca büyük bir kimlik krizinde olmasıyla Nate Fisher’ı, erkekler dünyasında tam bir baba olamamasıyla Kendall Roy’u, büyüyememesiyle de Stephen Dedalus’u anımsattı bana.
Oktay aslında evden kaçmaya çalışan, beceremediği için eve dönmek zorunda kalan, ardından da ironik şekilde baba evine, Ankara’ya yolu düşen bir karakter. Onu ilginç kılan da bu arada kalmışlığı ve beceriksizliği. Ne her şeye “siktir çekebiliyor” ne de içinde bulunduğu rolleri tam olarak yerine getirebiliyor. Gerçeklerle kurduğu ilişki başarısız, iç dünyasında da ne istediğini tam olarak bilemiyor. Bu açıdan Zaytung’da dahi şakayla karışık ima edildiği gibi punk ile alakası yok. Oktay lisedeyken belki gerçekten de punk’tı, ama gece kaçışlarıyla beraber çocukken punk olmak isteyen bir beyaz yakalının parodisine dönüşüyor. Bu olmamışlık, Türkçe edebiyatın en büyük arada kalmış karakteri Hikmet Benol’u da çağrıştırıyor. Eylemsizliği ve basiretsizliği açısından Oktay da bir Oğuz Atay karakteri gibi “acıyı, kızgınlığı, yetersizlik duygusunu, oyuna getirilmiş olmayı, sahneye soytarı rolünde, uşak rolünde çıkarılmış olmayı, varolduğundan tabii ki emin olduğumuz bu devasa malzemeyi ister istemez dokunaklı, acıklı ve gülünç olan bu ruhsal malzemeyi hem Doğuluğa seslenen bir mağdur romantizmiyle hem de doğrudan taklit sorunuyla, gecikmişlikle, yapaylıkla [içeriyor] ve [aşıyor]”[ii].
Dizinin hedef kitlesi açısından en çok karşılık bulduğu platform şüphesiz Ekşi Sözlük. Yalnız oradaki yorumlardan bazılarını okuduğumda, çok haksız eleştiriler gördüm. Male gaze eleştirisi bence oldukça orantısız, ama günümüzde hangi eser bu suçlamadan kaçınabiliyor?[iii] Nitekim Oktay aslında “kaos sevdalısı” tişörtüyle kendisinin parodisini yapıyor. Bu açıdan eylem insanı olmaktan ziyade kaçan, erteleyen, tüm bunları yaparken gerçek bir tutum sergileyemeyen bir erkek portresi çiziyor. Her zaman “yasal”, “doğru” ve “kolay” olanı yapmaktan yana. Yani yaptığı tüm eylemler bir “liselinin” sınırı aşan, güldürmeyen kabahatlerinden ibaret. Gerçekten de neon ışıklarla mottolar satan yeni nesil bir sosyal medya uzmanına, yahut Instagram hesabına benziyor. Çünkü Oktay tüm bu eylemler sırasında, babası Olcay’ı taklit ederken, mimar olmayı taklit ederken, iyi bir eşi ya da arkadaşı taklit ederken hep çekingen, hep onay bekler halde. Türk toplumu tarafından çizilen “erkeklik” tipolojisine göre oldukça zayıf. Bu anlamda hikâyenin Tyler Durden’ı, gerçekten “punk” olan Moloz Arif ile ayrışıyor. Moloz istediğini yapar, istediği gibi yaşar. Hesap vermez, kafası nettir, dünyayı tartmış, kendi konumundan emin bir karakterdir. Tornistan hayali vardır, Anakara’nın taçsız kralıdır ve bizzat taç verilse koşarak kaçar, tacı devredecek birini bulur.
Marrano olarak Oktay Uysal
Dizinin en başarılı yanı birçok monolog ve aforizma barındırmasına rağmen esas sancısını dile getirmemesi. Uysallar sadece kötü bir evliliğin değil, başlı başına aile kurumunun kan bağından ötede bir zorunluluk hâli olduğunu bize gösteriyor. Oktay, Moloz’un ona önerdiği gibi geçmişini bıraksa, “babasını öldürse” özgürleşecektir. Ama o Moloz ya da Anakara sakinleri gibi değil Hikmet Benol gibidir, “Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor,” diye düşünmekte, gündüz tekrar işine, eşinin yanına gitmek istemektedir.
Oktay’ın babası ona güçlü olmayı öğütlemiş kötü bir babadır. Suçluluk duygusunu alt etmiş, dünyaya adapte olmuş, utanma duygusunu kaybetmiştir. Kendisi aslında Oktay’ın sinikliğinin yegâne sebebidir, ama yine de neden benim gibi olamadın diye Oktay’ı suçlar. Bununla bağlantılı olarak Oktay’ın şiddet ile ilişkisi kendi başına bir yazı olacak kadar derindir. Örneğin eczane çıkışı ona dayılanan “şehir dallamaları” ile kavga etmekten çekinir, ama bir yandan hapishaneyi “sikmek” ister. Onun karakterini daha iyi tanımlamak için Derrida’nın terminolojisine başvurabiliriz: “Tam da yaşadığı meskende, yerleşik olanların ya da oranın sakinlerinin yahut herkesten önce gelenlerin ya da sonradan göçenlerin yurdunda, tam da hayır demeden ama kendisini de ait görmeden ikamet ettiği o meskende, seçmediği bir sırra sadık kalmayı sürdüren mecazen Marrano diyelim.”[iv]
Oktay aslında sadece kredi çekip içinde yaşamaya zorunlu olduğu aile evinde değil iş yerinde de hapishaneye gitmektedir. Bu mekânsal soyutlama, yani tasarlanan hapishane aslında onun dünyasının sembolik anlatımıdır. Modernleşen devlet ve enformasyon çağı ile beraber günümüzde mekân aynı zamanda hafızayı belirler, ama paradoksal şekilde mekânlar otantikliğini yitirmekte, mekân hafızası bile akademik bir çalışma alanı olmaktadır[v]. Oktay gerçekte olmayan aile evinin yanı sıra Anakara’dan bile kaçar, orayla irtibatı da yasak bir ilişki gibidir. En büyük korkusu ise gitme fikrinin ifşa edildiği mektuptur. Yurtdışı o gitmek istediği için oradadır, aslında sis de o kaçamadığı için gelmiştir.
“Hayat ima edecek kadar uzun değil”
Bu yüzden Oktay yarım kahramandır, Nate Fisher, Kendall Roy ya da Mark Renton değildir. Moloz olmak istemez, sistemin çok da dışında değildir. TC kimlik numarası, soyadı, kredileri ve sorumluluklarıyla beraber Oktay Uysal’dır. Polisten, yasadan, savcıdan, patrondan, patronun eşinden, kendi eşinden, babasından, herkesten çekinir, onaylanmak ister. Çekilen aile fotoğrafları da işin bir parçasıdır, başarılı olmak ve toplumun onayını almak önemlidir. Geceleri “non serviam” diyen bir punk, ama gerçek dünyada Ege ve Ece için kötü bir babadır. Babasının gözünde başarısız bir oğlan, eşi Nil’in gözünde başarısız bir kocadır. Nil’e karşı çok mahcuptur, boynu büküktür, iktidara sahip değildir, belki de evi alarak, sisteme borçlanarak özgürlüğünü kaybetmiştir. İş yerinde başarılı bir mimardır, ama orada da asla istemeyeceği, hayır demeyi başaramadığı bir hapishane işini yapmak zorundadır.
Nil Uysal ise kişisel gelişim kitapları literatürüyle “konfor alanından” çıktıkça kendini bulan, tanıyan bir karakterdir. Suat’ın ilgisi ona “anne” olmanın ötesinde kadın olduğunu anımsatır. Bu noktada Oktay ile sevişmemeleri, Oktay’ın bunu işten dolayı ertelemesi, önceliği görmemesi, hatta ona da bir iş olarak bakması Nil’i anlamak açısından önemli bir detaydır. Nil’i tavlamak için erkekliğe saldıran, erkekliği karikatürize eden, Nil’i elde etmek için bambaşka bir persona çizen Suat, dizinin yavan kötü karakteridir. Dışarıdan bakıldığında Nil için evin dışındaki bir yabancıdır, bu yüzden de ilgi çekicidir, Oktay olmayan, Nil’e arzu duyan herhangi biridir. Nil’in ise tek isteği ona mekanik davranmayan, komutlarla hareket etmeyen, her şeyden önce hayır demeyen Oktay’dır.
Nil’in gittiği bir seminerde öğrendiği bir söz öbeği günümüz kişisel gelişim mottolarını anımsatır. Bu tür kişisel gelişim seminerleri, kalıplarla hayatı deneyimlerin toplamından ibaret modern, estetize bir ritüele dönüştürür. Sosyal medya estetiği sağ olsun, Mevlânâ, Freud ve Jung’u bağlamından koparıp naif bir kişisel gelişimci edasına büründüren sektör ve düşünce dünyası her yere egemendir. Oysa kişisel gelişim soslu yanlış psikolojik yönlendirmeler ve saptamaların aksine, modern zamanlar oldukça sembolik, gündem adı altında maruz kaldığımız dış etkenler ise travmatiktir[vi]. Aslında Uysallar ailesinin sorunu da ima etmemek değildir, kaldı ki Uysallar baştan sona bir sembolik düzende işler.
“New Orleans’ta bir ev var”[vii]
Uysal ailesi aslında aile kurumunun çoktan yok olduğunu anımsatır. Sadece yasal sınırlar içerisinde yer alırlar, yasanın ve devletin çizdiği çizginin çok dışına çıkmazlar, sekülerlerdir. Oysa iyi bir aile, kötü ve hasta bir düzende mümkün değildir. Biz korunaklı okullara çocuklarımızı gönderirken, kripto piyasasını takip ederken, bir yandan da dışarıda evsizler vardır, yan komşumuz şiddete maruz kalmakta, Migros işçileri direniş ile haklarını almaktadır. Politik eylemlerimiz ise soğuk hava olunca kuryeden sipariş vermemeye, story paylaşmaya indirgenmiş durumdadır. Her şeyin piyasa değeri üzerinden anlamlandığı bir dünyada şirketler aile gibi olmaya çalışır. Aileler de Ege Uysal’ın dile getirdiği gibi şirketleşmiştir. İstanbul’a çöken sis, bu kirlenme ve yozlaşmadır işte.
Bu fantastik sis, aslında yaşanan krizin boyutunu göstermektedir. Berhudar Bey de bu yozlaşmış şehrin trajik anti kahramanı olarak karşımıza çıkar. Kamu hizmetlerinde bulunmuş, devlet adına hareket eden, gerçek bir babadır o. Terk edilmiş, sevmeyi becerememiştir, sevmeye ve sevilmeye o kadar açtır ki gücünü biraz olsun sevgi almak için kullanmaktadır. Oktay’a gerçek babalık yaptığını düşünür, onun ailesi adına mahkeme kurar, aslında yargıladığı kendisi, kefaret dilediği kendi ailesidir. Hem ailesinin babası hem de devlet baba olmaya muktedir Berhudar Bey, “(…) aile soyut hakkı ile devletin soyut hakkı arasındaki çatışma, ancak bir trajediyle nihayete erebilir,”[viii] kehanetini hatırlatır.
“Hayır Sofia, evlerimize dönmüyoruz,” der Olcay, gerçekten de geri dönülecek bir ev yoktur. Bir ev, yuva mümkünse, onu ancak Moloz’un bize öğütlediği gibi geçmişi geride bırakarak yapabiliriz. Bugün sosyal medya fenomenleri siyasi figürleşir, siyasi figürler TikTok fenomenlerine dönüşürken, akademisyen içerik üreticisinin, içerik üreticisi akademisyenin yerini almışken biz de dizinin karakterleri kadar korkak, anlaşılmaya, fark edilmeye muhtacız. Kaygıların bu kadar ortak ve kaçınılmaz olduğu noktada eğer bir tornistan, bir ev varsa bizim için, henüz hiç gitmediğimiz, ama bildiğimiz bir yer olmalı.
[i] Bülent Somay – Bir Şeyler Eksik: Aşk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek İstemediğimiz Şeyler, Metis Yayınları, 2020.
[ii] Nurdan Gürbilek – Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2016.
[iii] Zaman zaman ben de bu korku içerisinde referans verdiğim kadın – erkek yazar sayısına dikkat ediyorum (bkz. “ironiden anlamayan nesle aşina değiliz”. Ve hayır, Meral Akşener feminist değil!).
[iv] Arzu ve Ölüm – Brent Adkins (Çev: A. Kadir Gülen), Fol Kitap, 2020. s. 29.
[v] Tanıklık ettiğimiz Gezi direnişine artık sınırlı bir politik özne tarafından sahip çıkılmaktadır, Gezi bir noktada “Altın Çağ” sendromuna dönmüştür. Hatırlamaya çalıştığımız, toplu bir rüya gibi idealize ettiğimiz Gezi, belki de hayatımız boyunca itiraz ettiğimiz her şeydir. Dizideki bir kahvaltı sahnesinde çevre kirliliği üzerine bir eylem ve polis şiddeti haberi duyulur. Gezi’nin “Kahrolsun bağzı şeyler” haykırışını hatırlatacak bir şeyler hep vardır.
[vi] Black Mirror’ı andıran Sedat Peker videolarından parodiye yakın ama güldürmeyen bürokrat ve siyasetçilere, şarkılardan umut besleyen bizlerden Will Smith’in tokadına, sağlık çalışanlarına uygulanan şiddetten Migros işçi direnişine, Şeyma Subaşı’dan İbrahim Tatlıses’e ödül verilmesine, Yılmaz Güney’in anılmasından Yıldız Tilbe’ye ve sokak hayvanları krizine dek gündemimiz oldukça dolu. Eğer çare de Jahrein ise, gerçekten çivisi çıkmış bir dünyadayız. Sevdiğim bir arkadaşımın dediği gibi: “Luppo için sıra bekleyen adama hepimiz büyük bir özür borçluyuz.”
[vii] The Animals – “House of the Rising Sun”
[viii] Arzu ve Ölüm – Brent Adkins (Çev: A. Kadir Gülen), Fol Kitap, 2020. s. 142.
Güzel bir yazi elinize sağlık.