Türkiye’nin 1980’li yılların sonuna doğru kendisini içinde bulduğu siyasi ve sosyo-ekonomik şartlar, “Yeşilçam Sineması’nın Çöküşü” olarak adlandırılan dönemin başlamasına yol açıyor. Dönemin izlerini doğrudan görmek için de Yavuz Turgul‘un 1990 yılında çektiği Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmine bakmak yeterli.
1980 darbesinin kültür-sanat alanına iktisadi açıdan büyük bir etkisi oluyor. 24 Ocak kararları sonrası kuralsızlaştırma (deregülasyon) yoluyla devletin piyasaya sermayeyle ters düşen müdahalelerinin azaltılması, emekçilerin direnme gücünü azaltmak için sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi ve sendikasızlaştırma, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi gibi uygulamalar başlıyor. İşsizlik artıyor, ücretler azalıyor, devlet desteğinin devre dışı bırakılması sonucu kültürel ve sanatsal üretim daralarak iyice piyasanın boyunduruğu altına giriyor, çeşitlilik azalıyor.[1]
Bu durum, teknolojik gelişmeler ve seyirci davranışıyla daha da pekişiyor. Televizyon ve videonun her eve girmesi, artık film izlemek için sinemaya gitme zorunluluğunu ortadan kaldırıyor, bu hem daha az film yapılmasına hem de sinemaya giden seyirci sayısının azalmasına neden oluyor. Depolitizasyon uygulamaları toplumsal etkinliklere katılmaya yönelik genel bir isteksizlik yaratırken sinemaya gitmeye devam eden seyirci de enflasyon ve daralan talep nedeniyle sürekli yükselen bilet fiyatlarının görsel-işitsel anlamda karşılığını alabilmek için yabancı filmlere yöneliyor.[2] Yapımcı Şeref Gür, “Yeşilçam ve Para” adlı konferansta dönemi şöyle anlatıyor: “Video olayları 1980 yılından sonra inanılmaz boyutlara varan bir kaynak haline geliyor. Sırf video için altmış sekiz – yetmiş film üretiliyor bir ayda. (…) video olayları hazır deponuzda duran filmlere o kadar güzel para veriyor ki artık başka bir iş yapmanıza gerek yok, birdenbire zengin oluyorsunuz. Durduk yerde, eğer negatifiniz doğru dürüstse adamlar size para veriyor. (…) 90’lı yıllardan sonra sinemalarda filmler hiç oynamıyor, gösterilmiyor. (…) Televizyonlar bir zamanlar film almıyordu, sonra film satın almaya başladılar. (…) O zaman niye film yapsınlar, niye film üretilsin?”[3] 1980’li yılların sonlarına doğru da Yeşilçam şablonları yavaş yavaş terk ediliyor ve hepimizin bildiği “12 Eylül filmleri” ya da “politik filmler” olarak adlandırılan filmler yapılmaya başlanıyor.
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni‘nde Şener Şen’in canlandırdığı Haşmet karakteri, Yeşilçam döneminde pek çok film çekmiş, ama artık daha farklı, kendi deyimiyle “toplumsal meselelere değinen” bir film yapmak isteyen bir yönetmen. Film Haşmet karakteri ve çekmeye çalıştığı ‘Av ve Avcı’ adlı film üzerinden dönemin sosyal hayatına ve iktisadi koşullarına ışık tutmakta.

Haşmet, eskiden çektiği sayısız aşk filmini üretmesini sağlayan Yeşilçam’ın çökmenin eşiğine geldiğinde ait olduğu yerden bir anda uzaklaşmak durumunda kalıyor ve kendine yeni bir kimlik, yeni bir aidiyet bulma çabasının sonucunda insanların önemli bulduğu yeni temalara yöneliyor. Çevresinde olan biten her şeyi, tam da adapte olamadığı bu yeni koşullar üzerinden değerlendiriyor. “Filmi Müjde olmadan zor satarız” diyen yapımcıya verdiği “Artık yönetmen devri başladı” cevabı, bunu kanıtlar nitelikte. Bireyi ön plana alan bu akım, yazdığı filmin konusunun yanı sıra kendi hırsını da etkiliyor. Geçmişte çok film çekmiş ve bu filmler izlenmiş, ama bunlar üzerinden takdir görmemiş, kimse ona önemli olduğunu hissettirmemiş. Sürekli geleceğe yönelmekten ve toplumla bağı olan filmler yapmaktan bahsediyor. “Artık aşk filmleri yapmak istemiyorum” derken, Yeşilçam’a halkın gerçeklerinden kopuk olması ve gerçekçi olmaması üzerinden getirilen eleştirileri hatırlatıyor. Söylediği ve yaptığı her şey, dönemin modası ne ise onun peşinden ezbere koşturmasının sonucu gibi. Örneğin çekeceği filmi Müjde Ar’a anlatırken gülünç duruma düşüyor. Filmin başrol oyuncusu Jeyan’ı etkilemek için evinin salonuna koyduğu dergiler, Galatasaray Üniversitesi mezunu olduğu ve hapis yattığına dair yalan söylemesi, hatta bıraktığı sakal ve boynuna bağladığı fular dahi bir modayı takip etme çabası sonucu ortaya çıkıyor. Michael Jackson taklidi yapan oğluna kızsa da aslında bu açıdan ondan farkı yok. Yeşilçam döneminde de bıyık bırakmış, çünkü “o zaman o moda”ymış.
“İlle de entelektüel olmak, değilse bile öyle görünme sevdası, giderek yıllar boyunca kendilerine ve başkalarına sorun yaratmadan mesleklerini sürdürüp iyi kötü filmlerini çeken yönetmenleri de etkiliyordu. Artık aşk filmleri yeterli gelmeyince bu işin uzmanı olanlar bile kılıf ve kılık değiştirmek zorunda kalmışlardı. Takım elbise, kravat devri çoktan kapanmıştı, artık yönetmen, yaratıcı/sanatçı kimliğini ve özelliğini her şekilde sergileyip imajını afişe etmeliydi. Aile ve meslek piyasa sorunları bir yana kimlik sorunu giderek büyük önem kazanıyordu. Emektar Yeşilçam yönetmeni, ‘moda’ lokallerde, ‘moda’ giysiler ve ‘moda’ konuşmalarla şaşkına dönüyor, doğal olarak o da bütün bunlara özeniyordu, ama sonuç hüsrandı.”[4]
Eski aktör Nihat, Yeşilçam’ın kendisini andırıyor. Yaşlanmış, yaşadığı kimlik bunalımın sonucu eskide kalmış, alkolik olmuş, çökmüş; eski görkemli dönemlerinden çok uzakta. Sinema kitaplarının tamamını satmış ve rakı almış, kitapların bu şekilde daha çok işe yaradığını söylüyor. Sürekli evde oturuyor ve eski filmlerini izliyor, Haşmet’in filminin çekimleri sırasında da ölüyor. Haşmet’in peşinde koştuğu geleceğin içinde Nihat’a (Yeşilçam’a) yer yok.
‘Av ve Avcı’ filminin çekim süreci, dönemin ekonomik şartlarını başarıyla resmediyor. Zengin bir köşk pahalı olduğu için film eski bir köşkte çekiliyor, Haşmet’in istediği sis makinesine yapımcı izin vermiyor, ellerinde çok az film şeridi olduğu için oyuncu hataları göz ardı ediliyor. Bütün imkansızlıklara rağmen tamamlanan filmi izlemeye kimse gelmiyor. Haşmet’in kendisinin de film çekmediği zamanlarda sürekli televizyonundan film izlemesi, buna dair bir ipucu gibi. Oyuncularının hapisten çıkan solculardan toplanması ve içine “bu sana benim değil halkın tokadıdır” gibi klişe propaganda cümlelerinin eklenmesiyle film, didaktik bir yapıya kavuşuyor. Üstelik Haşmet’in ideolojik bir kaygısı da yok, tek yaptığı dönemin furyasına ayak uydurmaya çalışmak.
Haşmet, Jeyan’a aşk filmleri çekmeyi neden bıraktığını anlattığı sahnede, kötü filmler çekmiş olan başka insanların “ellerinden tutulmasından”, onlara destek çıkılıyor olmasından yakınıyor ve kendisine bunun neden yapılmadığını soruyor. Jeyan da ona “sen dışarıdasın” diye cevap veriyor. Gerçekten Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni boyunca Haşmet’in, dışarıda kalmasını ve yeni girmeye çalıştığı çevreye uyum sağlayamamasını izliyoruz. Nitekim yönetmenliğiyle var olamadığı bir dünyada yaşamaktan vazgeçiyor ve intihar etmeye yelteniyor; ama son anda gelen ve ona yeni bir aşk filmi yönetmesini teklif eden bir telefonla bu kararından vazgeçiyor. Telefondaki yapımcının ona “usta bir yönetmen” olduğunu söylemesi onu çok mutlu ediyor; tutunabileceği bir dala, ait olabileceği bir kimliğe, “içeride” olabileceği bir çevreye dönüyor.
“Görünüşe göre endüstri için tek kurtuluş yolu şov yapmak ve eğlendirici olmaktı. Artık gişe başarısı kazanan, seyirciyi çeken, tahminleri alt üst eden filmler, Avrupa modelinden vazgeçip bir kez daha tıpkı eski Yeşilçam’ın yaptığı gibi yerli unsurlarla Amerikan modelini yeğleyen filmler oldu.”[5]
‘Av ve Avcı’ filminin çekimlerinin bitmesinin ardından kameraman, Haşmet’e şöyle diyor: “Bu film iyi mi oldu, kötü mü oldu bilmiyorum, bence önemli de değil. Ama çekmek için gösterdiğin çaba acayipti.” Dönem filmlerinin nasıl zor şartlarda yapıldığı göz önünde bulundurulursa bu filmler üzerine yapılan değerlendirmelerde bu cümleyi hatırlamak yerinde olabilir.
[1] Atam, Zahit. Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması. İstanbul: Cadde, 2011. s. 47.
[2] Scognamillo, Giovanni. Türk Sinema Tarihi. 3. Bası. İstanbul: Kabalcı, 2011. s. 368.
[3] Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler 7. Yeşilçam ve Para. Moderatör: Fuat Erman, s. 128.
[4] Scognamillo, Giovanni. Türk Sinema Tarihi. s. 438-439.
[5] Scognamillo, Giovanni. Türk Sinema Tarihi. s. 371.
1 Yorum