Yaşadığımız felaketin üstünden üç haftadan fazla zaman geçti. Felaketin değiştirdiği ve değiştireceği çok şey var. Ancak bu büyük yıkımın değiştiremediği şeyler de var elbette. Yıkımın yarattığı ilk şoku atlattıktan sonra nasıl iyileşeceğimizi düşünmeye başladık. Sadece depremi fiilen yaşayanlardan söz etmiyorum, enkazın altında kalan insanlık onurumuzu nasıl kurtaracağız?
Yaralarımızı kanatmak konusunda artık uzmanlaşmış siyasal iktidarın bizden beklediği, bize çözüm diye sunduğu tek şey unutmak. Canla başla toplumsal belleğimizi yok etmeyi deniyorlar. Nasılsa Soma’da katledilen maden işçilerini, yerde tekmeledikleri madenciyi unuttuk. Evlat acısıyla yanan Gülsüm Elvan’ı nasıl yuhalattıklarını unuttuk. “Görüyorum ki siz çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda” diyen Dilek Özçelik’i unuttuk. Depremin ardından enkaz altında günlerce yardım bekleyerek hayatını kaybeden insanları da unutacağız, öyle mi?
Rıza üretme kapasitesini yitirdikçe saldırganlaşan, sömürüsünü derinleştirmek için tüm imkânlarını kullanan iktidarın yaptıkları öyle kolay unutulacak türden değil. Bizim de bir defterimiz var, üstelik onlarınkinden kabarık. Devlet kurumlarının içini bir bir boşaltan, kamu kaynaklarını yandaşlarına peşkeş çeken, ülkeyi el ele yürüdüğü tarikatlarla derin bir çıkmaza sürükleyen iktidar sahipleri “deftere yazmak” konusunda ne kadar cömertse biz de o kadar cömertiz.
Bu yıkımı unutmakla atlatamayacağımızın farkında oldukları için “helalleşelim” dediler. Ülkeyi siyasal islam karanlığında boğmak için çalışan iktidarın toplumsal bir yıkımı adaletle çözmek yerine dinî ahlakla örtbas etme çabası şaşırtıcı değil. Peki, ne demek helalleşmek? Helal; yasak olmayan, izinli, meşru anlamına geliyor. İslam’da dinen yasaklanmamış, haram olmayan demek. Helal-haram terazisi, dinî ahlakın esası. Başımıza gelen felaketlerin yegâne sorumlusu olan iktidar, adalet yerine cezasızlığın peşinden koşuyor.
İktidar açısından durumun kabaca özeti bu. Peki, biz nasıl iyileşeceğiz? Siyasi projesini “yapamayacak olsan da vatandaşa ümit vereceksin” formülüyle kuran bir iktidara karşı iyileşmek için acımızı da öfkemizi de unutmayacağız. Çünkü hafızamızı diri tutmak, mücadeleyi de yaşatacak. Yaşadıklarımızı depremden önce ve depremden sonra diye bölecek olursak, öncesi bu yazıya sığamayacak kadar kalabalık ve karanlık. Peki, depremden sonraki üç haftada neler oldu? Bize neler yaşattılar? Hafızamızı ve mücadelemizi güçlendirmek için hatırlayalım.
Haftanın azımsanamayacak kadar fazla gününde konuşan Erdoğan, felaketin ilk günü yayımladığı mesajda muhalefete ait belediye başkanlarını arama zahmetine bile girmeden, “siyaset yapmayın” diyerek arz-ı endam etti. Daha sonra iki buçuk gün ortadan kayboldu, sarayından çıkar çıkmaz da yurttaşı, muhalefeti, kısacası herkesi tehdit etti. Bakışlarından nefret akıyordu, dev bir şirkete dönüştürdüğü devletin işçileri “huysuzluk” ediyordu. Yıllar önce Soma’da madencilerin kaderinin ölüm olduğunu söylemişti, bu kez ölüm-kader-fıtrat üçgenini genişletti. Üç gün sonra gitmeye zahmet ettiği deprem bölgesinde ihmaller zincirini “kader planı” diye açıkladı.
Engelleme ve kısıtlama konusunda markalaşmış AKP iktidarı borsayı bir türlü kapatmadı, çimento hisseleri fırladı. İktidarını “yol yaptık” söylemi üzerine kuran AKP’nin yolları çöktü, hastaneleri, belediye binaları yerle bir oldu. Yetmezmiş gibi daha insanlar enkaz altından çıkmadan inşaat projelerini anlattılar, deprem bölgesindeki tüm arazileri yapılaşmaya açtılar.
Ülkede yaşanan her krizi daha da büyüten, üzerine vazife olmayan her konuda konuşmak gibi bir huy edinen ve 36 milyar TL gibi dev bütçesiyle ne yaptığı merak konusu olan Diyanet İşleri, enkaz altındaki yurttaşlar için sela okuttu. “Evlat edinilen depremzede çocukla evlenilebilir” açıklamasıyla karakterini yine çocuklar üzerinden sergiledi.
400 bine yakın askeri personeli olan TSK böylesi büyük bir felakette güvenlik bürokrasisindeki güç savaşı nedeniyle geç görevlendirildi. Geç görevlendirilmenin bedelini binlerce kayıpla yaşadık. Devletin olmadığı yere muhalefet partileri, yurttaşlar ve STK’lar koştu, fakat bundan da rahatsız oldular. Deprem bölgesine AFAD’tan önce dayanışma için koşan kişileri gözaltına aldılar, deprem bölgesine lüks araçlarıyla gittiler, yurttaşın parasıyla yurttaşa caka sattılar.
Bağış kampanyası adı altında “görkemli” bir sadaka töreniyle milyonlarca lira vergi muafiyeti getirdikleri çetelerden bağış topladılar. Kızılay’ı, depremin üçüncü gününde AHBAP’a 46 milyon TL’lik çadır satışı yaptığı ortaya çıktı. Kızılay skandalını protesto eden gruplara polis saldırdı. Resmi verilere göre, en az 45 bin kişinin öldüğü depremlerden önceki ihmallerden sorumlu olanlardan daha fazla insan Kızılay’ın çadır satmasını protesto ettiği için gözaltına alındı.
İktidarın payandası unsurlar da boş durmadı tabii. Ümit Özdağ, korkunç bir yıkımla boğuşan ve açlıkla sınanan insanları yağmacılıkla suçladı. Yetmedi, “vur emri” talep etti. Görünen o ki tek sorun Nureddin Nebati’nin dediği gibi sosyal medyaydı, iktidar da enerjisini “yeniden inşa” projesini başlatmaya, medyayı ve muhalefeti susturmaya harcadı. Fahrettin Altun, sansür yasasından aldığı yetkiyle depremi (Ahmet Hakan’ın tabiriyle) “olumlu” tarafından vermeyen kanallara cezalar yağdırdı. Önce insanların yardım çağrılarını paylaştığı Twitter’da bant daraltma uygulaması denendi, sonra Ekşi Sözlük’e erişim engeli getirildi. TOGG hamasetine kendini fazla kaptıran Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, insanlar enkaz altında soğuktan ölürken “yerli battaniye” açıklaması yaptı. Deprem bölgesinde barınma ve sağlık sorunları sürerken, iktidar muhalefet belediyelerinin yardım çabalarından rahatsız oldu. Bu belediyelerin yolladığı yardım tırlarının üzerine valilik logolarını yapıştırıverdi.
Çocuklar tarikatlara teslim edildi. Depremzede işçiler hiçbir şey olmamış gibi fabrikalara, atölyelere çağrıldı. Öğrenciler eğitimden, taraftarlar tribünlerden uzaklaştırıldı. Bir kişi bile istifa etmedi, 21 yılda devasa bir yolsuzluk ağı kuranlar on binlerce insanın göz göre göre ölümünü seyretti. Depremden öncesi bir kenara, 6 Şubat’tan beri yaşananlar bizim defterimizi doldurup taşırdı.
Karl Marx, Kapital’in ilk basımının önsözünde, İngiltere’de kapitalizmin gelişme sürecine ithafen şöyle der: “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: De te fabula narratur!”
De te fabula narratur, yani anlatılan senin hikâyendir. Marx’ın alıntıladığı bu sözün aslında iki bin yıllık bir geçmişi var: Lidya kralı Tantalos ulaşmak istediği suya ve meyvelere bir türlü ulaşamaz. Kurumuş dudaklarıyla suya yaklaştıkça, su kendisinden uzaklaşır. Sahip oldukları zenginliği sadece seyretmekle yetinen cimriler, Tantalos’un hikâyesini gülerek dinlerler. İşte bu cümle cimrilere söylenmiştir: “Quid rides? De te fabula narratur” (Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikâyendir). Tantalos’a bu cezayı tanrılar vermiştir, peki ya bu hikâyeyi dinlerken gülen cimriler?
Depremin ardından yaşadıklarımız da 21 yıllık bir hikâye, bizim hikâyemiz. Bu hikâyeyi değiştirmek de, iyileşmek de bizim elimizde. Bu hikâyeyi tersine çevireceğiz, varlıklarını yağma ve talan üzerine inşa edenlerin karşısında hesaplaşarak, yargılayarak, örgütlenerek duracağız. Ve hatırlayacağız, her şeyi bir bir hatırlayacağız.