Belki de fazla basite indirgiyorum, ama Fransız Marksist Louis Althusser’in “ideolojik çağırma” [i] kuramı öznelliğimizin, pop müzik gibi “basit” ve “günlük şeyler” tarafından nasıl şekillendirildiğini anlamak için inanılmaz derecede faydalı.
Pop müziğin ideolojik çağırma kavramı ile bağlantısına dair belki de en akılda kalıcı örnek, Nick Hornby’nin aynı isimli kitabından (1995) filmleştirilen High Fidelity’nin (Stephen Frears, 2000) açılışında John Cusack tarafından canlandırılan ana karakterin sorduğu soru olabilir:
“Sefil bir hâlde olduğum için mi pop müzik dinledim, yoksa pop müzik dinlediğim için mi sefil bir hâldeyim?”
Bu sorunun ideolojik çağırma kavramına dair sağladığı içgörü, alıntının rasyonel aktörlüğün geleneksel kavramlarını nasıl karıştırdığında görülebilir. Cusack’in canlandırdığı Rob, bir ayrılık ardından sefil bir durumda olduğu için aşk acısı ve kayıpla ilgili şarkıları dinlediğinden mi, yoksa aşk acısı mevzuna bir yakınlık duyduğu için mi ayrılık sonrası sefil bir durumda olduğundan emin değil. Başka bir deyişle, Rob’un sorusu şöyle bir ihtimali doğuruyor: Eğer popüler şarkılar ayrılıkları insanın hayatını mahveden iç parçalayıcı dönemler yerine başka bir şekilde ele alsaydı, Rob kendi ayrılığıyla ilgili epey farklı düşünebilirdi.
Bu durumun Althusser’in ideolojik çağırma kuramının bir örneği olması, Rob’un sorusunun benlik anlayışımızın içimizden “doğal” bir şekilde fışkıran bir şey olmaktan ziyade aslında ideolojik olduğunu önermesinden kaynaklanıyor. Yani kültürümüz tarafından öylesine şekillendirilmiş ki, bu şekillendirmenin bizzat kendisi bile unutulmuş, reddedilmiş. Bir ayrılığa tam da kültürün önerdiği şekliyle tepki verdiğim zaman, buna “bu çok insani bi’ şey” demek, böyle bir tepkinin yalnızca etrafta olduğu, popüler metinlerde sürekli karşıma çıktığı için normal göründüğünü düşünmekten daha yaygın.
Ancak burada varılması gereken nokta, popüler medyanın bize sunduğu ideolojik öznel konumların sırtımızda yük olduğu ve bu yüzden de tüketmek için “daha az ideolojik” sanat biçimleri bulmamız gerektiği noktası değil. Varılması gereken nokta, soru, örneğin aşk acısı ile ilgili şarkılar gibi popüler metinleri nasıl okursak görünürde baskın bakış açısından farklı öznel konumları saptayabiliriz?
Örneğin aşk acısı ve yalnızlıkla ilgili popüler bir şarkıyı, The Smiths’ten “How Soon is Now?”ı ele alırsak, ilk bakışta tam da bu tanımladığımız ideolojik çağırma işlevini sunduğunu görürüz. Arkadaşı tarafından belirli bir gece kulübüne gitmesi ve artık nihayet biriyle tanışması gerektiği söylenen yalnız bir genç adamı dikizler gibi izlediğimiz bir durum ortaya konuluyor. Yalnız genç adam arkadaşının romantizmle ilgili “yanlış bir yol” izlediği yorumundan alınıyor ve arkadaşına kendisinin, yalnız genç adamın bir “insan olduğu ve tıpkı herkes gibi sevilmeye ihtiyaç duyduğunu” hatırlatıyor. Şarkının devamında yalnız genç ana karakterin bu gece kulübüne gittiğini, kendi başına kenarda durduğunu, yine kendi başına gece kulübünü terk ettiğini, eve gidip “ağlayıp, ölmek istediğini” öğreniyoruz. Bu gibi hassasiyetler dinleyicide aşırı kasvetli hatta neredeyse gülünç ve klişeleşmiş bir aşk acısı hissiyatı uyandırabilir. Dahası, bu metni yukarıda kısaca bahsettiğimiz ideolojik davranış biçimi dahilinde işlev gören bir şey olarak gören biri anlayışla karşılanabilir, zira bir partner bulamama durumunu, sanki aşkı bulma kabiliyetimizin “doğal” ve “evrensel” olarak örneğin politik faaliyet veya estetik başarıdan daha önemliymişçesine doğal ve tartışmasız bir biçimde kahredici olarak gösteriyor.
Bu metni okumanın başka bir yolu daha var ve okurun tek yapması gereken metnin harici bir hikâye veya gidişatı anlattığı varsayımını bir kenara bırakmak ve metnin aslında okura hitap ettiği ihtimalini ele almak. Morrissey “kapa çeneni/bunu nasıl söylersin/yanlış yoldan gittiğimi?/insanım ve sevilmeye ihtiyacım var/tıpkı herkes gibi” dediği zaman, romantizmin “doğru yolu” ile ilgili tavsiye vermeye çalışma gafletine düşen bir arkadaşına veya tanıdığına hitap ettiğini varsaymak oldukça kolay. Bu okumada şarkı basitçe romantizmle, aşkı bulma güçlüğüyle ilgili görünüyor ve baştan sona romantik aşkın günümüz öznelliğindeki merkezi konumunu sabitleştiriyor.
Diğer yandan şarkı daha varoluşsal bir yoruma da izin veriyor. Örneğin şarkının bir “karaktere”, yalnız genç adama veya arkadaşına değil de doğrudan dinleyiciye hitap ettiğini, ve dinleyicinin özdeşleşmesi amaçlandığını düşünürsek ne olur? Bu gibi bir yaklaşım tecridin veya yabancılaşmanın ontolojik statüsü diyebileceğimiz bir konu hakkında sorular ortaya atan, yani bu fenomenlerin ne demek olduğunu sorgulayan bir şarkı ortaya çıkarıyor. Yalnız olabilir misiniz? Bir gece kulübünde yalnız, eve yürürken, evde yalnız; tecrit ve yabancılaşma duygularıyla ağlamak ve ölmek isterken, etrafınız insanlarla çevrili olduğu hâlde veya ciddi bir ilişki içerisindeyken? Evet, pop müziği aşık olmak = iyi, olmamak = kötü ikiliğini destekleyen bir şey olarak algılarken, biriyle beraber olup, stabil bir ilişkiye ve düzenli bir seks hayatına sahip olmak gibi geleneksel bir romantizm yaşayıp yine de kendimize dair anlayışımıza sızan daha temel bir yalnızlık ve yabancılaşma hissiyatıyla ilgili bir soruyla alakadar olmak için hiçbir şey yapmamayı kesiştirmek iyi kötü mümkün değil mi?
Bu şekilde yaklaşırsak, Morrissey’in “kapa çeneni/bunu nasıl söylersin/yanlış yoldan gittiğimi?/insanım ve sevilmeye ihtiyacım var/tıpkı herkes gibi” dizelerinin ana karakterin arkadaşına, şarkının “içinde” bulunduğunu düşündüğümüz karaktere verilen bir mesaj olmadığını, bunun yerine bir ideolojik çağırma olduğunu, günümüz kültürünün geleneklerinden ayrı bir aşk ve yalnızlık ontolojisi ele alma fırsatını bize sunan bir yakarış, bir hitap olduğunu söylemek mümkün. Eğer kasvetine ve hassasiyetine dudak bükerken veya aşk acısı çekerken “doğal olarak hissettiklerimizi” dışavurduğu için onu övüyorsak bunun nedeni aşk acısının derin ve karmaşık bir tasvirinin neye benzediğini “bildiğimizi” hissetmemiz ve dolayısıyla böylesi “doğal” bir duygunun inşa edilmiş karakterini reddetmemiz.
Aşka ihtiyaç duymanın insan varoluşu için temel olduğu konusunda Morrissey’e katılabiliriz, ancak aşkın tam olarak ne anlama geldiği veya hangi biçimleri alabileceğinin ciddi sorular hâline gelmesi yalnızca bu gibi soruların geleneksel soruluş biçimlerinden geçici de olsa uzak durursak mümkün. Veya Morrissey’in de diyebileceği gibi, bu gibi soruları yeni bir şekilde sorabiliriz, eğer “çenemizi kapamayı” öğrenebilirsek.
*Bu yazı, Onur Sesigür tarafından Alfie Brown’un Critical Theory’de yayımlanan yazısından çevrilmiştir.
[i] Ç.N. İng: interpellation. Çoğunlukla yalnızca “çağırma” olarak geçer ancak “ideolojik çağırma” şeklinde kullanmanın mecra ve anlaşılabilirlik göz önünde bulundurulduğunda daha uygun olduğunu düşündüm.