“Alternatif gıda hareketinin bireysel, apolitik bir alana dönüşme eğilimi var”

İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız.

Gıda tedarik zincirleriyle salgın hastalıkların ilişkisine odaklandığımız yazı dizisinin ilk dört yazısı boyunca meselenin tarihsel perspektifini çizmeyi denemiş, dünyadaki ve Türkiye’deki durumu özetlemiştik. Sıradaki dört yazıda ise farklı alanlardaki çalışmalarıyla gıda tedarik zincirlerine dair söz söylemeye devam eden isimlerle röportajlar yapıp “Ne yapmalı?” sorusuna yanıt arayacağız.

Her gün soframıza gelen gıdaların meşakkatli yolculuğuyla ilgili göz ardı ettiklerimiz bir yanda dururken, özellikle son birkaç yıldır önemli bir seçenek olarak karşımıza çıkan alternatif gıda sistemi hakkındaki soru işaretleri ise henüz tamamıyla yanıtlanabilmiş değil. Başta kavramın kendisi olmak üzere gıdada alternatiflik meselesinin beraberinde getirdiği “Neyin alternatifi?”, “Ne kadar alternatif?”, “Alternatiflik ölçülür mü ya da ölçülmesi gerekir mi?” gibi kritik sorular mevcut. vesaire ekibi olarak biz de bu soruların yanıtını bir bilene danıştık ve hikâyeyi en başa sardık. Dr. Emel Karakaya Ayalp ile Zoom üzerinden gerçekleştirdiğimiz sohbetin alternatif gıda arayışının dünü, bugünü ve yarınını anlamak için güzel bir başlangıç olacağını umuyoruz. Emel Karakaya Ayalp’in sohbet sırasında bize aktardıklarından derlenmiş bir özeti aşağıda okuyabilirsiniz.


Gıda sistemine yönelik eleştirilerin kaynağı Yeşil Devrim dönemiyle birlikte tarımsal üretimdeki kimyasal kullanımının çevre ve ekosistemde yarattığı tahribata karşı çıkan bazı hareketlere dayanıyor. 1970 ve 1980’li yıllarında Üçüncü Gıda Rejimi’yle beraber bu çevre hareketleri üretici ve tüketici gıda sistemiyle birleşerek karşımıza alternatif gıda sistemini çıkarıyor. Peki, burada alternatif olarak adlandırdığımız şey neyin alternatifi? Özetle üretim, tüketim ve dağıtım sisteminin.

Üretim hikâyesi aynı zamanda tohumla da ilgili, çünkü tohumu patentlediğiniz anda satmaya başlıyorsunuz ve patentlenmiş tohum üzerinde kimyasal değişiklikler yapabiliyorsunuz. Bu da elinizdeki tohuma müdahale edebileceğiniz, normal koşullarda ekosistemde aynı biçimde tek ürün olarak ortaya çıkması mümkün olmayan gıdalar yaratabileceğiniz anlamına geliyor. Bu değişiklikler yalnızca GDO demek değil, GDO biyolojik kütle ve biyoteknoloji kullanan biyolojik tarım uygulamalardan sadece bir tanesi. Eğer bir tohum yüzlerce, binlerce yıl bir coğrafyada o coğrafyanın koşulları içinde evrimleştiyse su, gübre gibi dışarıya bağlı ihtiyaçları daha az oluyor, yani tutunma ve kendi kendine yetişebilme potansiyeli daha yüksek. Ancak her yerde yetişebilir bir tohum ortaya çıkarabilmek için ona birtakım girdiler vermek şart, bir üretici o tohumu kullandığında daha fazla kimyasala, gübreye, suya (nitekim bu da tabii ekosistemi tahrip eden ikinci bir konu), sulama sistemlerine ve tarımsal makinelere ihtiyaç duyuyor. Üretim sistemine baktığımızda çok sayıda girdinin kullanılması sadece ekosisteme verilen tahribatla sınırlı değil, bir üreticinin üretim yapabilmek için girdi almak zorunda kalması aynı zamanda bir piyasaya bağımlı olmasını ve yüksek miktarda tüketim yapmasını da zorunlu kılıyor. Dolayısıyla buradaki girdi piyasası sistemin üreticiye yaptığı ekonomik baskılardan sadece biri.

İkincisi ise 1945’lerde dünyanın gündemine giren ve 1970’lerden bu yana terk edilen kalkınmacı gıda rejimiyle beraber özellikle ulus devletlerin üreticiyi desteklemeye yönelik yürüttüğü programların küresel şirketleşmiş gıda rejimi ile ortadan kalkması. Örneğin Türkiye’yi ele alırsak, özellikle cumhuriyetin erken yıllarından 1980’lere kadar KİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsleri), toplu satın alımlar, tarımsal üretim kooperatifleri gibi faktörler tarımsal üretimde büyük yer kaplardı ve tütün, çay, fındık gibi endüstriler bunun üzerinden dönerdi. Ama 1970’lerin sonu ile beraber küresel şirketleşmiş gıda rejimi, devletlerin bu piyasaya destek vermesini engelledi, birçok ulus üstü örgüt de bu yaklaşımı devletlere dayattı. Düşünün ki halihazırda bir tarımsal üretim piyasası var, bu piyasada ürettiğiniz ürünün değeri birtakım finansal hareketlerle sürekli aşağı iniyor. Bir taraftan çok fazla girdi kullanmak zorundasınız, dolayısıyla maliyetleriniz artıyor. Diğer taraftan da bütün destek mekanizmalarınız ortadan kalkıyor. Burada köylülüğün tasfiyesi söz konusu. Kent-kır arasında değişen bu dengeler de istihdam ve üretim rakamları başta olmak üzere pek çok şeyi değiştirmeye başladı.

Tüketim kısmına gelindiğinde 1990’lı yıllarla beraber şarbon, deli dana gibi büyük gıda krizleri ortaya çıkmaya başlıyor. Tüm bu hastalıklar ve aslında şu anda yaşadığımız süreç üzerinde de hayvansal üretimin etkisi tartışılıyor. Nitekim çok sayıda hayvan, hayvan refahına uygun olmayan ortamlarda bir arada tutuluyor ve önemli hastalıklar ortaya çıkıp bir noktada insanlarla temas ediyor. Tarımsal üretimde kimyasalların kullanımına bağlı KOAH, kanser gibi başka hastalıklar da var, bu konuda Dr. Bülent Şık’ın hazırladığı kapsamlı çalışmalar mevcut. Tüm bu gıda üretim ve tüketimi sisteminden kaynaklanan hastalıklar insanların tükettikleri gıdayı sorgulamasına neden oluyor. 1980’li yıllarda tüketimin çeşitlenmesi, sınıfsal olarak farklı toplumların farklı talepleri gibi durumların da etkisi, bir taraftan da tüketilen gıdaya dair güvensizlikle beraber tüketici hareketlerini ortaya çıkıyor. Örneğin Organik Gıda Hareketi aslında 1950-60’lı yıllarda tarımsal üretimde kimyasal kullanımına dönük bir tepki ile farklı coğrafyalardan dört çevre derneğinin bir araya gelerek kurduğu, daha sonra IFOAM’a dönüşecek olan bir toplu örgüt. Tarımsal üretimde ya geleneksel tekniklere geri dönerek ya da permakültür tekniklerini kullanarak ekosistem tahribatını en aza indiren bir üretim sistemini tescillemeyi hedefliyorlar. Fakat 1980’lerden sonra bu örgüt küreselleşme kararı alıyor ve sertifika yetkilendirmesine başlıyor. Bugün IFOAM, organik tarımda yetkili sertifikalandırma kuruluşu olarak sertifikasyon sisteminde küresel şirketleşmiş gıda sisteminin diğer aktörlerinden farklılaşmaması, üreticileri girdi ve sertifika piyasasına mahkum kılması gibi konular üzerinden eleştiriliyor.

Bir diğer örnek, 1979’da ortaya çıkan “slow food” hareketi. Roma’da McDonald’s zincir restoranlarının bir şubesinin açılmasına tepki olarak ortaya çıkan örgütlenme bu harekete dönüşüyor ve ilk olarak İtalya’da örgütleniyor. Slow food hareketi bugün küresel ölçekte örgütlenmiş durumda. Bütünüyle tüketici inisiyatifiyle ortaya çıkmış ilk örgüt olması açısından önemli. Özünde yerel biyoçeşitliliği korumazsanız yerel lezzetleri ve tarifleri de koruyamayacağınızı, bunu koruyabilmek için yerel üretim tekniklerini ve üreticilerini de korumanız gerektiğini savunuyor.

Dağıtım konusuna değinirsek, burada bambaşka bir sorun var. Şu anda bir dünya haritası açsanız ve ortadan bir çizgi çekip dünya açlık haritasını işaretlemeniz gerekse güney yarımkürenin tamamını boyayabilirsiniz. Bu da demek oluyor ki toprakla ilişkisi olan, tarımsal üretime dayalı ekonomik sistemi olan ülkeler açlık sorunuyla boğuşuyor. Yani toprağa değen insanlar kendi ürettiklerine ulaşamıyorlar. Obezite haritasına bakarsak burada da kuzey yarım kürede gelişmiş ülkelerin bu sorunla boğuştuğunu görürüz. Bu önemli bir dağıtım sorununun en açık göstergesi.

Adil bir dağıtım sistemi sorunu küresel hegemonya ile ilişkili. 1990’lı yıllara kadar Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması olarak faaliyet gösteren ve 1995’te Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüşen kuruluşun temelinde uluslararası rekabet sistemini kurmak, korumacı politikalardan uzaklaştırarak uluslararası ticareti serbestleştirmek, dolayısıyla dış ticarette liberalizmi teşvik etmek var. Örneğin Uruguay müzakereleri ile bazı ürünlerin bazı ülkelerdeki üretiminin yeterli kârı sağlamayacağı düşüncesiyle her ülkeye üretim rolü tanıyan bir sistem kuruldu. Bu tip bir küresel işbölümünün sonucunda öncelikle ürünler çok uzun mesafeler kat etmeye başladı ve gıda milleri uzadı. İkinci olarak tarımsal biyoçeşitliliğe darbe vuruldu. Üçüncüsü, küresel şirketleşmiş gıda rejimi derken kullandığımız “şirketleşmiş” kavramının nereden geldiği ortaya çıkmaya başladı. Çok daha büyük ölçekli ve sistemli üretim yapılan bir ortamda şirketleşme kaçınılmaz oldu. Sayılarla konuşmak gerekirse, 2015 yılında dünya piyasasının tohum üretim ve satışının %70’ini yapan 7 şirket vardı. Bu piyasa oligopol, tekelleşmeye meyilli bir piyasa. Dolayısıyla o 7 şirket birbirini satın aldı, 5 yıl içinde şirket sayısı 4’e indi ve piyasadaki ağırlıkları %80’e çıktı. Bu da demek oluyor ki tüm dünyanın tohumunun, gübresinin, kimyasalının %80’ini 4-5 şirket elinde bulunduruyor. Tarımı liberalleştiren sistemin vardığı nokta bu kadar kritik.

Alternatif tarımsal gıda sistemini ise küresel şirketleşmiş gıda rejiminin karşısına sunulan çok örgütlü, çok parçalı, bulanık bir sistem olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu durum bir yönüyle anlamlı, çünkü her yerel kendi yapılanmasını kuruyor, zaten kurmalı da. Ancak diğer bir yönüyle de bu yerellik felsefi bir zemine dayanamıyor, her bir örgütün farklı bir derdi olabiliyor. IFOAM üzerinden organik tarıma getirilen eleştirilerden hareketle sertifikalaşma sorununu ele alabiliriz. Sertifikalaşma bir problem, çünkü sertifika alabilmek için hem sertifika verecek şirkete bir para ödemeniz hem de o sertifika sisteminin size dayattığı tohumu, gübreyi vs. satın almanız gerek. Dolayısıyla bu tarımsal ilaç, gübre, tohum organik olsa bile şirketleşme yapısı ana akım rejiminkinden farklılaşamıyor. Sadece yapılan üretimin ekosisteme ve insan sağlığına verdiği zarar azaltılıyor, ya da ortadan kaldırılıyor. Dolayısıyla alternatif tarımsal gıda sisteminde sertifikalaşma alternatifliğin birkaç ayağından sadece birine alternatif üretiyor.

Öte yandan kapitalizm bir şekilde kendine alternatif olarak ortaya çıkan her şeyi içine alıp dönüştürme potansiyeline sahip bir yapı. Alternatif tarımsal gıda sisteminin en büyük risklerinden bir diğeri de özellikle Türkiye için orta sınıf, beyaz yakalı, niş üretim arayan bir grubun organik pazara alternatif olarak kullandığı bir kanala dönüşme riski. Tek kişinin asgari ücretle çalıştığı 4 kişilik bir aile bu gıdaya erişemiyorsa burada gıda adaletinden, gıda hakkından söz edilemez. Türkiye’de tüketici kooperatifleri ortaya çıkıyor, ama bunların neredeyse tamamı İstanbul’da. Burada tartışmanın merkezine beslenme hakkı ve gıdaya erişim hakkını koymak gerek, çünkü bunlar hem bir kent hakkı hem de kırsaldaki çiftçinin de adil bir gelir ve yaşam koşulu sağlaması için bir kaynak. Şu anda Türkiye’de halihazırda tarımsal gıda sistemi içindeki alternatifler ağırlıklı olarak bir orta sınıf fenomeni ve büyümeye başladığı anda tek bir yasal düzenlemeyle dahi ortadan kaldırılabilme potansiyeli taşıyor. Bu da elimizdeki kıymetli bir örgütlenme şansını kaçırmamız anlamına gelebilir. Bir yandan da yerellik normatif ve dolayısıyla tehlikeli bir söylem. “Yerel olan iyidir” her zaman doğru bir bakış açısı değil. Zaten eğer İstanbul’daki bir gıda topluluğunun tarımsal üretimini Sivas’taki çiftlikler yapıyorsa burada bir yerellik de söz konusu olamaz. Yereli ülke coğrafyasına kadar daraltmak gibi bir bakış açısı mümkün değil. Bu üretimlerin gerçekten tanımlı bir coğrafyada örgütlenmenin kapısını açmasını hedeflemeliyiz.

Bizim vatandaş olarak ne yapabileceğimiz ise biraz karışık bir konu. Gıda fiyatları çok sık dalgalandığı için bazı dönemlerde gıda topluluklarının fiyatları süpermarket fiyatlarının altına bile inebiliyor. Ama genel olarak tabii ki piyasanın üzerinde fiyatlar olduğu için vatandaşın alım gücünün çok üstünde kalıyor. Türkiye’de gıda toplulukları süreci aslında oldukça yeni, 2008’de BÜKOOP ile beraber ortaya çıkıyor, İstanbul’da özellikle 2013’te, Gezi’nin ardından artışa geçen hareketlenmeler var. Gezi hareketindeki mahalle forumlarından Kadıköy Mahalle Forumu, Kadıköy Tüketim Kooperatifi’nin kurulmasında oldukça etkiliydi. Ardından Şişli ve Beşiktaş geldi. Dolayısıyla örgütlenmelerle ilgili büyük laflar edebilmek için henüz çok erken. Ancak vatandaş olarak yapabileceğimiz ilk ve en önemli şey bunun sadece bir beslenme meselesi olmadığını gözden kaçırmamak. Bu bir gıda hakkı sorunu, kent sorunu, üretici ve tüketici hakları sorunu ve tüm bu kimliklerle yurttaş temelli bir sorun.

Buna ek olarak bu sistemi anlayıp sahiplenmek önemli, çünkü örneğin bir dönem yerel tohum söylemi kamu kurumlarınca çok lanetleniyordu. “Yerel tohum hastalık saçar” söylemi hâkimdi. Ancak yetkili kamu iradesi bir süre sonra, örgütlenme büyüyüp yaygınlaşınca kendi yerel tohum takas şenliğini düzenledi. Orada da gazetelerden okuduğumuz kadarıyla çok çarpıtılmış faktörler söz konusu tabii, ama en nihayetinde bir süre sonra sizin karşınızda direnen ekip buna sahip çıkmaya başlıyor ve siz yeterince sahip çıkmazsanız içeriğini bozarak, deforme ederek yeni bir şeye dönüştürüyorlar. Benzer şekilde şimdi gıda egemenliği kavramı tartışılmaya başlandı. Gıda güvenliği ve gıda güvenilirliği kavramları küresel şirketleşmiş gıda rejiminin de savunduğu ve sistemi dayandırdığı önemli araçlar. Ancak gıda güvenliği ve gıda güvenilirliği gıda adaletini dert edinmiyor, temelde üretimi arttırmayı, kısmen de ekosistemi korumayı hedefliyor. Gıda egemenliği ise asimetrik güç ilişkilerini dert ediniyor. Bu asitmetrik güç ilişkilerinin ve eşitsizliklerin dengelenmesi için çalışıyor ve devletlere çağrıda bulunuyor. Gıdaya sıradan bir meta olarak yaklaşmıyor. Dolayısıyla “Gıda egemenliği kavramına sahip çıkmamızın gerekliliği ve kavramın içini boşaltmaya meyilli girişimler” üzerinde biraz düşünmek gerekiyor.

Ayalp, gıda hareketi içindeki diğer bileşenlerle bazen bu noktalarda ayrışabildiklerini belirterek toplumumuzun da dünyanın büyük çoğunluğu gibi apolitikleştiği bir sürecin içinden geçtiğimizi, dolayısıyla söylenen her sözün aşırı politize, hatta doğrudan parti siyasetiymiş gibi algılandığını aktarıyor: “Apolitik örgütlenmeyi sağlama derdi daha geniş ve birlikteliğe dayalı bir gıda örgütlenmesinin önüne geçiyor. Oysa burada apolitik bir söylem üretme lüksünüz yok, çünkü konunun (gıda) özü politik. Gıda hareketinde bir omurga, temel değerler bütünü tartışması ortaya atıldığında bu değerlerin tanımlanmasına yönelik girişimlerin dahi “politize” görülerek tartışmanın dağılma eğilimi göstermesi oldukça sorunlu. Bunun dışında bir de bireylerde alternatif gıda sistemini kendi hayatları içinde nefes alabilecekleri kişisel bir alan açma ihtiyacına dönüştürmeye dair bir yönelim var. Bu da önemli bir ihtiyaç tabii ki, ancak buna işin omurgasıymış gibi yaklaşmamak gerek. Eğer gıda adaletine dayanan şenlikli bir toplumsal örgütlenme kurma potansiyeli de kaybedilirse, başka bir fırsat yaratabilmek kolay olmayacak.”


*Bu yazı, Impact Hub Istanbul ve ABD İstanbul Başkonsolosluğu tarafından uygulanan Project Zoom desteğiyle hazırlanmıştır.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share