“AFAD’ın başarısız olacağını düşünüyordum, ama bu seviyede beklemiyordum”

AFAD. Fotoğraf: Ümit Bektaş, Reuters.
Fotoğraf: Ümit Bektaş, Reuters.

KVKK avukatı olarak çalışan Alper Atmaca, Seçkin Serpil ile birlikte “Ve Bunun Gibi” adlı podcast programında sözcüklerin tarihteki, siyasetteki, bilimdeki, gündelik hayattaki çağrışımlarını inceliyor. Aynı zamanda Türkiye’nin önde gelen arama kurtarma derneklerinden birinde gönüllü. 6 Şubat sabahı deprem haberini almasıyla, o sırada bulunduğu Eskişehir’den Kahramanmaraş’a yola çıkan Alper’le bölgede gördüklerini, arama kurtarmanın nasıl yapılması gerektiğini konuştuk.

Döndüğünden bu yana hiçbir kaynağı takip etmediğini, yazılıp çizilenleri okumadığını söyleyen Alper’in anlatımlarında başka kaynaklardan duyduklarımızla paralellik taşıyan pek çok unsur dikkatimizi çekti. Özellikle afet yönetimi eksikleriyle ilgili yaptığı akılcı tespitlerin ilerisi için yol gösterici olmasını ümit ediyoruz.


Derneğe ne zaman, nasıl dahil oldun?

2009’da başladım. Arkasında özel bir hikâye yok, kendi kendine devam eden bir hayat tarzının uzantısı oldu. Seyahat etmek istiyordum, doğa sporlarına ilgi duymaya başladım. Karaköy’de sık gittiğim bir dükkanda, derneğin eski gönüllülerinden biriyle tanıştım, beni o yönlendirdi. Ne yapacağımı tam da bilmiyordum. “Ben gideyim de birilerini kurtarayım,” gibi bir düşüncem olmadı. Yapabildiklerimin doğal bir uzantısı olarak ilerledi, hâlâ da öyle.

Nasıl bir eğitim alıyorsunuz?

Benim eğitim aldığım zamanla şu andaki eğitim politikaları biraz farklı. Benim zamanımda eğitimin çok kurumsal bir yapısı yoktu. Eğitim olarak adlandırılabilecek, belirli aralıklarla yapılan çalışmalar vardı, genellikle düzenlenen etkinlikler, usta-çırak ilişkisiyle ilerlerdi.

Uzun bir süre eğitim olmadı. Ben telsiz işindeydim, iletişim projesinde çalıştım. Telsiz hâlâ hayatımın bir parçası, hobi olarak da sürdürdüğüm bir iş. Bir gün eğitim olacağı tuttu, neredeyse iki yıl sonra eğitim görmeye başladım. Bunun mantıklı bir sebebi de var, ben girdikten sonra dernek İstanbul’da ufak bir ekip olmaktan çıktı, büyüdü, toplam sayı ikiye, hatta üçe katlandı. Çok daha fazla insana eğitim vermek durumunda kalınca, eğitim sistemleri de daha kurumsallaştı.

Eskiden bu durum bir filtre olarak da kullanılıyordu. Dağcılık kulüplerinin geleneğidir, eğitime başlarsın, ilk eğitimde insanların canına okursun, sınırsız kaynağını anlamsız şekilde harcamamak için o eğitimi eleme olarak kullanırsın. İnsanlar iç birimlere, lojistik birimlerine gelip emek-yoğun işlerde çalışmaya başlıyorlar, uzun süre yaptığın başka bir şey yok. Buna dayanabilirsen, dernek sana kaynak ayırmaya razı oluyor.

Zamanla doğa, yüksek irtifa, kış, USAR (kentsel arama kurtarma) gibi farklı eğitim modüllerine bölündü. Eskiden her birim bu eğitimleri kendi içinde yapardı, artık bölgeleri bir araya toplayıp eğitim verme sıfatına sahip insanlarla eğitim alacak insanlar ayrılmaya başladı. Eskiden böyle bir unvan yoktu, biri eğitmen olurdu, herkes de onu tanıdığı için işi zaten bilir gözüyle bakılırdı. Biliyorsun, örgütlenme zor iş. Geçtiğimiz haftaların ardından bir değişiklik daha geçirecek, çünkü süreç içinde bazı eksikliklerini fark ettik.

Afet olmadığı zaman bir arama kurtarma gönüllüsünün gündelik hayatı nasıl geçer?

Dernekte iş bitmez. Ben lojistikçi olduğum için ya eğitim vardır ya malzeme gelir gider, bakımı vardır. Kurumsal iletişim, dış ilişkiler, insan kaynakları gibi pek çok birim de sürekli çalışır. Derneğin sürekli hareket hâlinde olduğu alanlar var. Örneğin fuarlara gidilir, etkinlikler yapılır, biri bizi konuşmaya çağırır, depremde ne yapılmalı, çantanızda ne olmalı gibi farkındalık eğitimleri verilir.

İstanbul ekibinin diğerlerine göre farklı özellikleri de var. Osmanlı gibi düşünebilirsin, Dersaadet burası. Bütün Türkiye’nin lojistiği, eğitimleri, hareketi İstanbul’da tasarlanır. Bu yüzden de İstanbul ekibi sürekli faaldir. Bursa’da yaşanan bir sorun da benim sorunumdur, Bingöl’deki bir şeyin arızalanması da. Ama bunu başka bir şehirdeki ekibe sorarsan, farklı bir şey söyleyecektir, çünkü makineler çalışıyorsa, eğitimler tamamsa, operasyon olmadığı sürece hareket hâlinde olmayabilirler.

Her ilde örgütlü müsünüz?

Hayır, bu da beşerî bir sebepten kaynaklanıyor. Bir ara 35 ile kadar çıkmıştı, sonra bazıları kapatıldı. Ekipler dernek için büyük bir sorumluluk, hatta kimi zaman yük de olabiliyor.

Sayının fazlalığını önemsediğimiz bir dönem vardı. Herhangi bir şehirden beş kişi toplanıp geldiği anda “Aslansınız, yaparsınız, dernek sizsiniz,” diye geri yolluyorduk. Sonra bu insanları eğitime çağırıyorduk, kış eğitimine kot pantolonla gelen insanlara döndük. Onları ayıplamak için söylemiyorum, bu derneğin ayıbıdır, çünkü bir ekibi sıfırdan kurmaya niyetlenen varsa, o insana bu ekibi ayakta tutabileceği kaynağı aktarabilmen gerekiyor. Bunları yapmadığın zaman, yalnızca ismi olan, başka da pek bir şeyi olmayan ekipler ortaya çıktı.

“Neden doğu vilayetlerinde ekibiniz az?” sorusu, bize yöneltilen en büyük eleştirilerden biridir. Genelde Kürt düşmanlığıyla, ulusalcılıkla da bağdaştırılır. Ulusalcılık konusunda haklılar açıkçası, böyle bir kimlik var. Ama doğuda ekip olmaması milliyetçilikle veya Kürt düşmanlığıyla ilgili değil, gerçekten kimse çıkıp derneğe biz burada bir şey yapmak istiyoruz demedi. “Benim de Kürt arkadaşlarım var,” demeye benzeyecek, ama en doğuda Bingöl ekibi var. Çok da iyi, dayanıklı bir ekiptir bu arada. Bizim kurtarmalarımızın çoğunu Bingöl yapardı bir ara. Karla kapanmış bir köy mesela, kimse gitmek istemez, Bingöl ekibi kar motorlarıyla yüzlerce kilometre yol alıp insanları hastanelere yetiştirirlerdi.

6 Şubat’ta haberi nasıl aldınız? Bölgeye nasıl gittiniz?

Benim dahil oluşum sıradışıydı. Deprem olduğunda İstanbul’da değildim, Eskişehir’de bir konferanstaydım. Sabahın 5 buçuğunda bir arkadaşım aradı, bu saatte niye arıyor diye düşünerek açmadım. 7’de uyandığımda bir mesaj gördüm: “Alper, deprem için beni ara”. İstanbul depremi diye düşündüm.

Bölgeye uçakla gittikleri için kendi ekibime yetişemedim. Telefonu açıp aradığımda zaten araçları yüklemişlerdi, havalimanı yolundalardı. Biz Birleşmiş Milletler’in altındaki uluslararası bir arama topluluğun parçasıyız. Buraya uyumluluk için bazı sistemlerimizi değiştirdik, normalde elini sallayan operasyona gelmiyor, ben ekibime yetişemediysem operasyona çıkmamalıyım. Bu sefer bu durumu ihlal etmek zorunda kaldık. Olayın boyutlarını bilmiyordum, haber de akmıyordu, ama ekip liderimi aradım, “Kim gelebilirse lazım, nasıl gelebiliyorsan gel, bul beni,” dedi.

Ekiple birlikte gitmek neden önemli?

Önceden ekip ve malzeme listesi hazırlanıyor, hatta sigortalanıyor. Özellikle birden fazla ekip aynı anda çıktığında, hepsinin bağlı olduğu bir koordinasyon oluyor, işi de onlar yönetiyor, talimatları koordinasyon veriyor.

Normalde böyle olması gerekiyordu, bu sefer böyle bir çağrı gelince arabama atlayıp gittim. Sonradan kendi ekibimle bir araya gelemedim bu arada, İstanbul ekibi başka ilde çalışıyordu, ben diğer şehirlerden gelen ekiplerimizle çalıştım.

Benim için en kritik unsurlardan biri, uluslararası çağrının yapıldığını duymak oldu. Türkiye genelde milliyetçi reflekslerden ötürü, “Türkiye büyük güçtür” anlatısına zeval vermemek için bunu yapmama eğilimindedir. Bunu birinci saatte yapmaları, olayın büyüklüğünü anlatıyordu. [2011’deki] Van depremi gibi tek şehri etkileseydi, uluslararası yardım çağrısı yapmazlardı, demek ki etki alanı çok daha büyük dedim. Bu kadar kötü gittiğini tahmin etmiyordum.

Yolların çöktüğüne, özellikle karayoluyla gitmeyi tercih edenler için ciddi bir yoğunluk olduğuna dair bilgiler de aldık. Bölgeye nasıl ulaştın?

Uçakla giden ekipler rahat etti. Hava koşullarının bize bu kadar sorun çıkarabileceğini düşünmezdim. Normalde Eskişehir’den Kahramanmaraş’a yolun muhtemelen 7-8 saat sürmesi gerekirdi, biz 22 saatte gittik. Otoban kapandı, millet kaza yaptı, bir buz aracı bizim ön camımızı kırdı, beş saat kadar yolda kaldık. Adana tarafındaki otoyol çöktüğü için dağ geçitlerinden, normal yol lastiğiyle bırak araba sürmeyi, kar kramponlarıyla yürümemiz gereken yollardan geçtik. Hiç kaza yapmadan dört araçlık bir konvoy olarak o yolları geçtiysek, bu tamamen şans. Metafizik bir güce inanıyorsan, karşılığı bu olabilir.

Sürekli “Gidemeyeceğiz, sabahı beklesek mi?” de diyorduk, ama bu kadar zorlamamızın bir sebebi de vardı. Maraş’a gitmiş bir arkadaşımızdan mesaj aldık, bağlantı yokken nasıl yaptı bilmiyorum, bir şekilde ulaştırmış. Onun söylediklerini duyduktan sonra arabalar olmasa bile yürüyerek giderdik herhalde oraya.

Ertesi günün şafağında Kahramanmaraş’a anca ulaşabildik. İndiğimiz gibi bir enkazın yanına çekip çalışmaya başladık.

Nasıl bir mesaj almıştınız?

Tam hatırlamıyorum, ama “Çok fazla bina var, yetişemiyorum, ne olur birilerini gönderin,” gibi bir yardım talebiydi. O arkadaşımız orada çok ağır şeyler yaşadı, hâlâ tüm ayrıntılarıyla konuşma şansımız olmadı.

Bizim ülkede afet mücadelesinin planlaması her zaman sonrasına ilişkin yapılıyor. Ben hep şunu söylüyorum, Van bir afet değildi. Olağanüstü durum veya felaketti belki, ama afet değildi. Elimizdeki kaynak Van’la mücadele etmeye misli misli yetti. Daha beşinci saatini bulmadan her enkazın üzerine birini çıkarabildik.

Burada böyle bir imkân yoktu. 118 bin bina demek, kaba bir tahminle 500 binden fazla eğitimli personelin çalışmasını gerektirir. Bu da mükemmel planlama yapabildiğin, herkesi doğru yere, doğru şekilde ulaştırabildiğin koşullar için geçerli. Depremin bu kadar fazla şehri etkilemesi, kimsenin kabahati yoktu diye düşünmeye de yol açabiliyor. Ama birilerinin daha fazla kabahati vardı.

Alana vardıktan sonra çalışmalara nasıl başladınız?

Normalde ekipler olay yeri yönetimin gider, malzeme ve envanterini söyler, orası zaten planlamayı yapmıştır, bir görev verir, o görev üzerine hareket edersin. Böyle bir şey olmadı. Biz geldiğimiz gibi sirenleri yakıp şehir merkezine döndük. Neyin hasarlı olduğunu bilmesi gereken kurum, bunu bilmiyordu çünkü. Normalde tüm hasarlı binaları tespit ettikten sonra arama çalışmasına başlarsın. Sonra elindeki tüm kaynakları en basitinden en zoruna önceliklendirerek yönlendirirsin. Bu yapılmadığı için nereden ses geliyorsa, oraya gittik. Bu anlamda 1999’da yaşananların kopyasıydı.

Ben gittiğim ekibin lideri değildim, katıldığım ekibin liderine “Beni ekibinden biri olarak gör, ne istiyorsan söyle,” dedim. Beni tuttu yakamdan, şehrin merkezinde bir yere sürükledi, parmakla bir yeri gösterdi, buraya giriyorsun dedi gitti. “Arama yapacak mıyız?” dedim, “Ne araması, git bağır, duyacaksın zaten birilerini,” dedi.

Bu 25-26. saatti, biz de o enkazda çalışmaya başladık. 12 saatin sonunda iki kişiyi çıkarıp ekibi dinlenmeye aldık, çünkü yolla birlikte toplamda 40 saati aşkın süredir ayaktalardı.

Bu hasar tespitinden kim sorumlu?

O AFAD’ın görevidir. AFAD bu benim sorumluluğum diye işi elimizden özellikle aldı. Van’da böyle olmuştu, AFAD hazırlığını yapmıştı, biz vardığımızda nerede çalışılacağı belliydi, biz gidiyorduk, iş veriliyordu, biz gidiyorduk, geri dönüyorduk. Burada devletin d’sine ilişkin herhangi bir şeyi üçüncü güne kadar görmedim.

AFAD’ın böyle bir durumda başarısız olacağını düşünüyordum, ama bu seviyede beklemiyordum. Bu kadar parayı ve insanı bir araya koyduğun zaman bir çıktısı olur diye düşünüyordum, pek olmadı. Türkiye’de pek çok şeye şaşırmıyorum artık, buna gerçekten şaşırdım. Aslında bunun başarılabilmesinin propaganda açısından politik bir değeri de var, kim için olduğunu düşünürsen düşün. Böyle bir şeyi gerçekten beklemiyordum. Biz orada AFAD’ın rolünü de üstlendik.

Devlete dair herhangi bir şeyi üçüncü gün gördüm derken neyi kastediyorsun? Üçüncü gün ne oldu, kim geldi?

İlk polis ve jandarmanın arama kurtarma ekipleri geldi.

Polis ve jandarmadan kolluk görevi görecek herhangi birinin sonradan geldiğini şuradan hatırlıyorum: İlk 40 saatin içindeyken insanlar enkazdan silah ya da para bulup bize geliyordu. Onları yönlendirecek birilerini ararken kimse olmadığını fark ettik. İlk gelen adama “Sen bunu tut, bir noktada birilerini bulacaksın,” dedim.

Askeri uzun süre hiç görmedim, yakında çok büyük bir kışla olmasına rağmen. Van’da indiğimiz anda askerleri görmüştük.

AFAD’ı hiç görmedim galiba. En son gönüllüleri gelmeye başladı, etrafımızda bir masa kurmaya başladılar, ama resmi anlamda görmem gereken AFAD’ı hiç görmedim.

Peki, ideal bir arama kurtarma stratejisinden bahsedelim. Ne yapılmalıydı?

Öncelikle şunu söyleyeyim, bu hâliyle bizim derneğin varlığı, Türkiye için utançtır. Dünyada kent bazlı kurtarma yapan sivil toplum örgütü parmakla sayılacak kadar az, çünkü bu iş, kamu gücüyle örgütlenmiş bir topluluğun işi. Bizim örgüt bunun içine dahil oldu, çünkü 1990’ların sonundan bu yana devletin yetersizliği fark edildi.

Yıllardır devlet bize, aslında bunun gerekli olmadığına dair sinyaller verip duruyordu. Örneğin arkadaşlarımız [2020’deki] Elazığ depremine gittiğinde, devlet onlara “Size gerek yok, siz gidin şurada çadır kurun,” demişti. Bizi sokmayıp kendi ekiplerini çalıştırıyorlardı. Biz de “AFAD gerçekten de büyük çaplı bir afete bize ihtiyaç olmadan müdahale edebilir,” izlenimine kapılmaya başlamıştık.

Deneyim tabii ki önemli, ama eğitim ve hazırlık da önemli. Nihayetinde topluluk olarak biz iyi bir deprem deneyimine sahibiz, ama kaynağımız ve gücümüz sınırlı. İnsanlar başka işlerde çalışıyorlar, özellikle daha küçük olaylarda izin almakta sorun yaşayabiliyorlar. Burada tabii ki kimse hayır demek istemedi, herkes geldi, günlerce kaldı. Ama ne yapılabilirdi sorusunun cevabı bizde değil. Bizde olmaması gerekiyor. Bu bize kalmış bir sorumluluk. Biz doğa araması yapalım, dağda kurtarma yapalım, özelleşmiş, bir memuriyetin konusu olmayacak işleri yapalım. Ben dağcıyım, dağda muhtemelen devletin eğitebileceği en deneyimli insandan daha deneyimliyim. Bu işi ben yapayım, ama bu tip büyük ölçekli afetler farklı bir yapılanma gerektiriyor.

Ülke örgütlenmesi olarak nerede sınıfta kaldık dersen, her şeyde sınıfta kaldık. Yeni yapılmış viyadükler, otobanlar çöktü. Hastaneler yıkıldı. Bütün kaynakları bir anda İncirlik’e indirip dağıtmak konusunda sorun yaşadık. Ne olduysa, planlandığı için değil kişisel inisiyatifler, ikincil, planlanmamış planlılık hâllerinden ortaya çıktı. Askeri uçaklar malzeme indirmeye iniyorlar, dönüşte kim varsa götürelim deyip depremzedeleri taşıyorlardı mesela.

AFAD bize planlamayı yapacağını söylediği için, bizim böyle bir hazırlığımız yoktu. Olayın büyüklüğünden dolayı böyle oldu demek kolay bir ifade. Bunda yüzeysel bir doğruluk var tabii ki. Daha kontrol edilebilir ölçekte olsaydı, deprem bir iki şehri ya da birbirlerine yakın şehirleri etkileseydi, belki böyle olmayabilirdi. Ama sonuçta bu bizim iyi niyetimizle veya isteğimizle olacak bir şey değil, bunun olacağını biliyorduk, bu ölçekte olabileceğini de biliyorduk. AFAD üç yıl önce İl Afet Risk Azaltma Planı yapmış, pilot bölge olarak da Kahramanmaraş’ı seçmiş, rapor yayımlamış. İyi ki planlamışlar. Keşke basıp gönderselerdi, ateşte yakıp ısınsaydık orada.

İnsanların iyi niyeti olmasa, bir süre biz de aç kalabilirdik. Bu bölgeye ülkenin geri kalanından kaynaklar hızlı bir şekilde ulaştırılamasaydı, nitekim bunu da gönüllü insanlar yaptı, çok daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalabilirdik. İyi yaptığımız tek şey, insanların kendi inisiyatifiyle, dayanışmasıyla ne kadar dayanıklı olabileceğine dair fikir edinmekti. Bundan öteye bir şey yok.

Dernek içinde de bazı eksikleri fark ettik, bazı şeyleri değiştireceğiz dedin. İleride nasıl adımlar atılacak? AFAD’ın eksik bıraktığını gördüğünüz unsurlara dair planlamalar yapılacak mı?

Türkiye’deki bütün afet yönetimi şu an AFAD’ın sorumluluğunda. AFAD yokken, valilikler sorumluydu. O zaman işler daha kolaydı, çünkü valilik eline ne geçerse, kullanıyordu. Geliyordu, ne yapıyorsanız yapın diyordu. AFAD’da yönetimle birlikte icra da olduğu için sanıyorum ki dengeyi kaçırdılar. Yine de, AFAD’a aktarılan kaynağın miktarıyla gördüğümüz müdahale arasındaki orantısızlıktan dolayı AFAD’ın düzeltilebileceğinden pek emin değilim. Milyonlar üstüne milyonlar harcanmış bir kurum bu.

Biz dernek olarak bugünkü örgütlenmemizle böyle bir şeyin altından kalkabilir miydik, sanıyorum daha iyi kalkardık. En azından bunun yapılmayacağını bilsek, daha iyi bir hazırlığımız olurdu. Bunu şu yüzden söylüyorum, o rolün yerini dolduracak pozisyona Kahramanmaraş’ta gelebildik. Vali bizi arıyordu, emniyet müdürü bizi arıyordu, biz bu koordinasyonun içindeydik. Ta ki son günlere kadar. 5. veya 6. günde işler biraz daha seyreldi, genişledi. Bizim de işimize geldi, 150 personelle bütün kentin koordinasyonunu yönetmek kolay değildi.

Bir de hiç adını sanını bilmediğim ekipler ortaya çıkmış. Bunların deneyimi konusunda bir fikrim yok. Çalışıyorlardı, ama üzerlerindeki yeleklerin renkli olması dışında o kişilerin neye kabil olduğuna dair bir gösterge yoktu.

Diğer sivil toplum örgütlerini mi kastediyorsun?

Arama kurtarmacıyız diye orada olan ekipler. Örneğin Beşir Derneği diye bir topluluk vardı, ciddi ciddi, bundan 5-10 yıl önce hayal edemeyeceğimiz paralarla alınacak donanımlarla oradalardı. Polisin arama kurtarması varmış, ne diyeyim? Bir onlar eksikti zaten. Hâliyle, bunların nasıl koordine olduğuna dair bir fikrim yok. Her biri bir yerlerdeydi, ama kendi inisiyatifleriyle mi oradalardı, biz bu kaynağı doğru kullandık mı, bunlardan emin değilim.

Mesela köylere gitme planımız vardı, aramızın iyi olduğu havacı komutanlarla konuşmuştuk, helikopter kaldırıp etraflarında dönme planları yapıyorduk. Sonra terminal binasından çıkarıldık, limanda kamp için başka bir yere alındık.

Terminalden neden çıkarıldınız?

İnsanlar bizim bulunduğumuz bölgeden geçerek uçağa biniyordu. Biz de yönlendirilecek personellerimizi uçağa bindiriyorduk. Biri bilmem nereye şikayet etmiş, o başka birine “Bunlar kendi adamlarını uçağa bindiriyor,” gibi bir şeyler söylemiş. Bizi başka bir yere aldılar. Koordinasyon o noktadan sonra koptu.

O belirsizlik daha kötü. Biri gelse, “Arkadaşlar bundan sonra yetki bende,” dese, hayhay derdik. Biz yapalım, biz yapacağız gibi bir kavgaya hayatta girmezdik. En son “Uçaklara biz bakmıyoruz” gibi bir uyarı asmak zorunda kaldık, iş o seviyeye kadar geldi.

AFAD 2009’da kuruldu, çok da fazla kaynak ayrılan bir kurum. Benim dernekte sahip olmaya hayal bile edemeyeceğim imkânları olduğunu biliyorum, en azından iletişim lojistiği açısından. Bu pozisyondan bu başarısızlığa gelindiği zaman… Bir şey yapabilmiş olsalardı, derdik ki şunu düzeltsinler, bunu düzeltsinler. Hiçbir şey olmadığı için neyin düzeltilebileceğine dair fikrim de yok.

Bu işi dernek olarak biz yapamayız, bu kesin.

Bunu ne anlamda söylüyorsun? Önceden valiliklerle daha iyi işliyordu demene istinaden soruyorum.

Biz devam ederiz, çünkü bizim deneyimimiz uzun süre yakalanacak bir şey değil. Eğitimle insanları bilgilendirebiliyorsun, ama deneyim elde edilmiyor. AFAD kurulduktan sonra Van’da, Elazığ’da, İzmir’de depremler oldu. Bizim dernek olarak sahip olduğumuz enkaz deneyimine sahip olması gerekiyordu bu topluluğun, en azından yönetsel açıdan.

Bizim bu konuda bir şey başarabilmemiz tamamen inisiyatifle ilgili. Kendimizi bir anda 777 tane personelle beş farklı şehirde bulduk. Bu kimsenin yaşamadığı bir şeydi, birden fazla noktada aynı anda operasyona çıkmak zorunda olduğumuz herhangi bir an yaşanmamıştı. Nerede deprem olduysa, bütün kaynak oraya yığılırdı. Bu kaynağı beş parçaya böldüğümüz anda istenmeyen sonuçlar ortaya çıktı. Bu yüzden değiştireceğimiz şeylerin olduğunu söylüyorum, ama bunlar bizim kabahatimiz değil. Olması gereken planlamaları yapabilme imkânının elimizden alınmasından kaynaklandı. Bir otorite sorunu vardı.

Gelecekte ne yapılabileceğini senden önce iki milletvekili sordu. Bir enkazın başında Brezilyalılarla birlikte arama yapıyordum. Sizin için ne yapabiliriz diye sordular, bizim için bir şey yapmayın, zaten şu anki durum yapamadığınızın göstergesi dedim. Böyle bir sonucun doğal olduğunu kabul ettiğimiz anda, hiçbir şey yapmamak meşrulaşıyor.

Kahramanmaraş’ta öldüğü bilinen, kimliği tespit edilmiş 5.000 kişi vardı. 8.000 insanın ise kimliği tespit edilememişti. Biz 155 personelle sadece 50 kişi çıkarabildik. Kocaman, kırmızı bir yara bandı bu. Oranladığımız, sayılara döktüğümüz zaman hiçbir şey ifade etmiyor. Bireysel anlamda o 50 kişinin hayatı elbette çok değerli, orada olmamızın tek sebebi bu zaten. Fakat planlama yürütüyorsan, matematiksel anlamda çok ufak kalıyor. İyimser bir yaklaşımla bizim kapasitemizde çalışan beş ila altı örgüt daha olduğunu varsayarsak, toplamda biz oradan bütün o çabanın sonunda yaklaşık 500 kişi çıkarmışızdır. İnsanların ilk günde kendilerinin çekip çıkardığı, kolayca kurtarılan insanları sayarsan, haydi 1000 diyelim. Hâliyle gelecekte ne yapılacağı sorusu, bizimle ilgili bir tartışma değil. Biz zaten dünyadaki en iyi arama kurtarma ekiplerine sahip ülkelerden biriyiz. Yurtdışında bir sınava gittiğimizde sınavı yapanlar şaşırmıştı, “Pek çok devlet örgütünden daha iyisiniz, bu bilgileri nereden edindiniz?” diye soruyorlardı. Biz Nepal’e, Haiti’ye, Mozambik’e de ekipler gönderdik, bunu yapabilecek durumdayız. Buradan sonra örgüt olarak geliştirebileceğimiz bir şeyler tabii ki var, ama ne yaparsak yapalım, bu ölçekte bir afete etkin biçimde müdahale edemezdik.

118 bin binaya hakkıyla müdahale etmek diye bir şey yok. Dünyanın farklı yerlerine dağılmış olsa belki, ama aynı bölgedeyken mümkün değil. Tekrar sayıya vurmak istersek, bizim derneğin kurtarma oranı dörde bir, yani sahaya çıkan her dört eğitimli personel 72 saat içinde bir kişiye ulaşabiliyor. Bunu İstanbul’da milyonlarca insanı etkilemesi beklenen depreme uyarladığın zaman, bizim bu etkinlikte çalışabilmek için kabaca kaç personele ihtiyacımız olduğunu hesaplayabilirsin. Böyle bir imkân yok, bizim eğitimli personel sayımız 10 bin bile olmaz. Doğası gereği böyle, insanlar geldiği kadar gidiyor da. Eğittiğin insanların hayatları değişiyor, örneğin yurtdışına taşınıyorlar. Özetle buradaki mesele kurtarma değil, insanların kurtarılacak bir konuma düşmemesi gerekiyor. Biz de böyle olması gerektiğini 1999’dan beri biliyoruz.

Şu an ülke olarak bir şeyler yapmış gibi hissediyoruz. Yardımlar toplandı, koliler gönderildi, “Alper diye bir çocuk var, gitti, aslan, kaplan,” deniyor, ama ben öyle hissetmiyorum. Dümdüz çaresizlikle yabancılaşma karışımı bir his yaşıyorum. Tamam, bunca yıllık emeğimiz bir işe yaradı, ama bu emeği ben harcamamalıydım. Bunu kamunun yapması gerekiyordu, ben bunun için para veriyordum. Van zamanı da bunları konuştuk, geldiğimiz nokta ortada. Ne diyeyim?

Bu süreçte tutunulabilecek, umut verebilecek bir şeyle karşılaştın mı?

Bence umut duymamamız gerekiyor, çünkü bu bağlamda umut, bilgisizlik ve iradesizliğe işaret ediyor. Umut duyuyorsun, haydi bırakalım o zaman kendi hâline demekle eşdeğer olabiliyor. Depremden aldığımız çıktıların hiçbiri umut verici değil. Gördüğümüz tek şey, on yıl içinde üzerinde üç ya da dört harfli kısaltma yazan renkli yelekli insanların sayısındaki artış. Bu insanların da deneyim açısından daha iyi bir noktaya geldiklerinden emin değilim, yüzeysel bir eğitimden fazlasını aldıklarını düşünmüyorum.

Eğer tek olumlu unsurdan bahsedeceksem, insanların anlayışını öne çıkarabilirim. İnsanlara söylemek zorunda kaldığım pek çok şey bana söylense, onlar kadar iyi karşılamayabilirdim. Bir babaya beş saat önce sesi duyulan küçük kızına değil, yakındaki bir enkazdan o an sesi gelen birine öncelik vermem gerektiğini söylediğimde, “Allah sizden razı olsun,” diyebildi. Aynı zamanda herkes dayanışmak ve birbirine destek olmak için sonsuz bir özveri gösterdi. Bir şey eksik olduğunda bulundu, bir ihtiyacımız olup olmadığı sürekli soruldu, ihtiyaç olduğunda elden ne geliyorsa yapıldı. Zor zamanlarda insanların birbirine karşı duyduğu bu özveri ve anlayışı muhtemelen hiç unutmayacağım. Şayet bu niteliğimizi görebilir ve geliştirebilirsek muhtemelen gelecekte daha dirençli ve güçlü durabiliriz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
ChatGPT. Fotoğraf: Leon Neal, Getty Images.
daha fazla

ChatGPT bir ideoloji makinesidir

16 Şubat’ta ABD’deki Vanderbilt Üniversitesi’nin eşitlik, çeşitlilik ve kapsayıcılık birimi, kısa süre önce Michigan State Üniversitesi’nde gerçekleşen silahlı…
daha fazla

Umut arayan aynaya baksın

29 Mayıs’ta uyanacağımız sabaha dair hepimizin uzun zamandır biriktirdiği özlemler, umutlar, korkular ve beklentiler vardı. Bazıları anlaşılır, bazıları…
Total
0
Share