Ali Tansu Turhan: “Yalnız doğarız, yalnız büyürüz, ama yalnızlık insana göre değil”

Diyalog (Ali Tansu Turhan, 2021).

Kısa filmi İkinci Gece (2021) ile 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Kısa Film Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan ve ilk uzun metrajı Diyalog (2021) ile yine festival programında yer alan yönetmen Ali Tansu Turhan’a bağlanıyoruz. Diyalog, bize Ushan Çakır ve Hare Sürel’in oynayacağı Ushan ve Hare’yi tanıtıyor. İlişkilerinin sonuna yaklaşmış bir çifti canlandıracakları filmin hikâyesini takip ediyoruz. Çekimlerle birlikte Ushan ve Hare arasında bir yakınlaşma başlıyor. Biz de filmin hikâyesini ve dert edindiklerini yönetmenden dinliyoruz.


Filmin ana temalarından “aşk” ile başlamak isterim. Aşk sizce nedir? Bir illüzyon, hafif bir uyuşturucu, zamanın durması mı, yoksa patolojik bir durum mu?

Bence yaşamdaki en güzel şey. İnsanın bencil bir varlık olduğunu kabul ederim, onu bencil olduğu için suçlamamaya çalışırım. Hayatta kalmak için tüm canlılar bencildir, insanlar da incir ağaçları da. Bencil tabiatına rağmen insanın kendini unutarak, kendinden sıyrılarak yaşadığı tek durum, etkileşime girdiği tek ânın âşık olduğu an olduğunu söyleyebilirim. Burada bahsi geçen aşk sadece insan ile sınırlı değil, toprağa ya da üretime de âşık olunabilir. Aşk bir tanışmayla, ortak bir paydayla başlar. O yüzden tam bir tanımlama yapmak yerine “aşkınlık” olarak düşünürsek, insanın kabına sığamaması olarak ele alırsak, çok özel bir duygu, çok özel bir durum. İki varlığın, iki canlının ya da iki noktanın arasında oluşan çok özel bir etkileşim biçimi.

Tanımınız bana öfori gibi bir coşku halini anımsattı. Bu bağlamda da filmde en çok etkilendiğim diyaloglardan birini hatırlatmak isterim: “Senaryo yok, karakter tanıtımı yok, sinopsis yok.” Bu da âşık olma halini, ilk bakışı çağrıştırıyor. Biriyle tanıştığımız zaman da benzer bir bilinmezle karşı karşıya kalıyoruz. Tanışmaya yüklediğiniz anlam, özellikle çağımızda tanışma uygulamalarının arttığını ve popülerleştiğini göz önünde bulundurursak, oldukça cesur ve özgün geliyor kulağa. Ayrıca biraz “sürprizbozan” sayılabilir, ama filmde eski zamanlardaki gibi bir mektup dahi var. Bana o mektup hem söz konusu filmin senaryosunu hatırlattı, hem de bir ihtimali, bir sırrı paylaşıyor gibi, mecazi bir anlam ifade etti. Bu aşırı bir yorum mu?

Gerçekten de mektubun birçok anlamı var, aralarındaki ilişkiye dair kurucu bir unsur. Aslında tam olarak da bu yeni ilişkilenme biçimleri üzerine düşünüyorum. Diyalog, bir ilişki üçlemesinin ilk filmi. İkinci film Log In, uygulama üzerinden tanışan bir çifti odağına alacak.

Yine bu bağlamda filmdeki “Bütün insanlık işimizi gücümüzü bırakıp, bir masaya oturup her şeyi yeniden tanımlayalım. Tanımlar yaşamadıkça, diyaloglar sağlıksız gelişir,” sözü bence filme rengini veren diyaloglardan. Aşk karşısında bir çaresizlik, yanlış anlaşılma, temenniler ve ifade edememe hâli söz konusu. Sizce bu yeni kavramlarla yeni bir diyalog mümkün mü?

Dil oldukça sınırlı ve aşınmış bir iletişim aracı. Kavramlar yıpranmış, yozlaşmış, anlamlarını kaybetmiş, tesirlerini yitirmiş. Günümüzde insanlar kullandıkları dile, kavramlara özen göstermiyorlar. Bu özensizlikte internetin iletişime hız katmasının büyük bir etkisi var. İletişim araçlarının zor ve yavaş olduğu dönemlerde insanlar ifade biçimlerine özen gösteriyorlardı. Biz bu özeni filmin senaryosu üzerinde çalışırken göstermeye çalıştık. Senaryo yazma sürecinde Burcu Uğuz ve Fahri Güllüoğlu ile beraber kelimelerin eşanlamlarından virgülü nereye koyacağımıza kadar düşündük. Filmde bir “diyalog” olarak bu özeni ifade etmeye çalışıyoruz.

Diyaloglardaki özen kadar kullanılan müzikler de çok hoşuma gitti, özellikle de “First Six Months of Love” [Aşkın İlk Altı Ayı] şarkısı filmin ruhuna oldukça uygun. Peki, aşkın bir süresi var mı? Gerçekten altı ay mı? Altı ay sonra ne değişiyor, “canım cicim” ayları neden geçiyor? Aşk biçim mi değiştiriyor, alışıyor muyuz?

Tanışmanın evreleri üzerine çok düşündük yapım sürecinde. Aşk için de, tüm ilişkiler için de tanışma ânı biricik bir an. Biz biraz önce tanıştık seninle ve bir daha tanışamayacağız. O ânı bir daha paylaşamayacağız. O tanışma ânında mesafe koyduğumuz, kendi defolarımızı saklamak için samimiyetsiz olduğumuz alanlar var.

Bence altı ay, zamansal bir sınırlamadan öte tanışmayı hatırlatıyor. Eğer iki taraf da hatırlarsa, bu duyguyu ve özeni ilişkinin normali hâline getirebilirse, bu altı ay süresiz olabilir. Örneğin senin bir yazar olarak filmimize gösterdiğin özen ve ilgiye ben de karşılık vermek istiyorum, çabalıyorum. Aslında unutmamamız gereken duygu bu tam da bu, günlük hayatta unutuyoruz, alışıyoruz.

Bu özen konusu, özensizliği ve umursamaz bir tavrı da çağrıştırıyor. Özellikle filmin çekim yeri Moda (Kadıköy) olduğu için, ben de orada yaşadığım için, aklıma her yere sirayet etmiş bir örnek olarak Kaybedenler Kulübü geliyor. Kaybedenler Kulübü’nün her programının sonunda geçen “Hayatı ve kadınları daha hâlâ öğrenmekte olduğumuz Kadıköy sokaklarına adanmıştır,” ifadesinin kısmen avangart bir duruşu temsil ettiğini düşünüyorum. Günümüzde kültürel alana sirayet eden bu bakış hakkında siz ne düşünüyorsunuz ya da filminizin izleyiciye böyle bir perspektif sunduğundan bahsedebilir miyiz?

Dünya edebiyatında “yeraltı insanı” olarak tanımlanan, bizim coğrafyamızda “tutunamayan” olarak bilinen bir insan tipi var. Bu insanlar kabuğunda yaşamayı da tercih edebilir, kendini eksik ifade ettiğini de düşünebilir. O tip insanlardan olduğumu düşünüyorum. Filmimizdeki karakterler de böyle insanlar. O insanların yalnız olmadıklarını ifade etmek istiyorum. Çünkü onların bütün agresiflikleri, başarısızlıkları veya tatminsizliklerinin hissettikleri yalnızlıktan kaynaklandığı kanısındayım. İnsan yalnız bir varlıktır, ama yalnız hissetmek insana ait bir şey değildir. Bu noktada Kaybedenler Kulübü hiç aklımıza gelmedi, çünkü ben kaybettiğimizi düşünmüyorum, kaybedilen insanlar olduğumuzu düşünüyorum. Düzene ayak uydurmadığımız için, gerekeni yapmadığımız için, güzel, yakışıklı ya da başarılı olmaya çalışmayıp kendimizi keşfetmeye çabaladığımız için sistemin bizi bu duruma sürüklediği kanısındayım.

Bu açıdan sorunun ikinci kısmına geçersek, ilişkilenmek insanın tercih edebileceği bir şey değil bence. Dünyaya atıldığımız, doğduğumuzdan andan itibaren önce anne-babayla, sonra başkasıyla, sürekli de kendimizle ilişkilenme hâlindeyiz. Bu açıdan tanımaya, tanışmaya özen gösterirsek, öncelikle kendimizi daha iyi tanırız, kendimizi daha iyi tanırsak da kendimizi daha iyi ifade ederiz diye düşünüyorum.

Filminizdeki tanışma evrelerinin ikincisinde karanlık bir sahne var, buradaki replikler aracılığıyla seyirciyi kendi anılarıyla yüzleşmeye davet ediyorsunuz. Aklıma Eternal Sunshine of Spottless Mind (Michel Gondry, 2004) filmi geliyor. Bu aşırı bir yorum mu, bilemiyorum.

O sahnede de söylendiği üzere, aslında izleyicinin kendi deneyimine yönelmesini istedik. Biz filmin yapım aşamasında da çekim aşamasında da hep seyirciyi düşündük. Çünkü günümüzde bazı filmler seyircisini değerli görmüyor, kendini var etmek adına, sadece yaratmak adına seyirciyi ihmal ediyor. Biz seyirciye kendi çekmecelerini açtırmak istedik. O çekmecelerde unuttuğu, yarım bıraktığı, yüzleşmek istemediği, korktuğu çok fazla şey var. Bu çekmecelerde genelde ilişkiler yer alır. İlk çekmeceye ailemizle kurduğumuz ilişki, ardından arkadaşlık ilişkileri, ardından yarım kalan ilişkilerin hikâyeleri konulur. O çekmeceleri açtığımız zaman belki o kişilerle tekrar diyaloğa giremeyeceğiz, ama kendi payımıza düşmüş hatalarımızdan ders çıkarırsak, bir sonraki ilişkilenmemizde bu hataları yapmayıp o insanları çekmecelere koymak zorunda kalmayabiliriz. Bu benim için önemli.

Bu çekmeceler ifadesi, filmde de bahsi geçen Oğuz Atay romanlarını çağrıştırdı. Siz kimi düşünerek yazdığınızı bilmiyorum ama izlerken aklıma Tehlikeli Oyunlar’daki Hikmet Benol karakteri geldi. Her ne kadar romanda iki kadın arasında kalan bir erkek karakterden söz edilse de aslında karşı cinse duyulan bir bağımlılık var, Diyalog’daki Veysel’i (Ushan Çakır) izlerken Hikmet Benol’un tam olarak kabul görmemesi ya da reddedilmesi karşısında kendine duyduğu tiksinti ve şüpheyi anımsadım. Veysel de sanki kendini ifade edecek doğru kelimeleri asla bulamayacak gibi, ya da herhangi bir konuşma onu rahatlatmayacak. Sanki kendi düşünceleri ifade etse, kendi zayıflığı açık edecekmiş, yanlış anlaşılacakmış gibi bir hissiyata sahip. Oğuz Atay’ın okuyucuyu araması gibi siz de seyirciye ulaşmak istiyor musunuz? Ya da ulaşmak istediğiniz bir seyirci var mı?

Pek tabii var. Festivalin kısa filmler seçkisinde de bir filmim yarışıyor, adı İkinci Gece. Bu filmde Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabından replikler var: “Acaba ağaçtan, ottan ya da uçamayan böceklerden filan bir yerden sevmeye başlamış mıydım? (…) Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar?”

Ulaşmak istediğim seyirci eve kapanmış, yalnız hisseden, sevmeyi bile kendisine layık görmeyeceği bir duyguya itilmiş insanlar. Sevmek ya da sevilmek bir tercih değildir. Ama hayatta öyle noktalara itiliyoruz ki, en saf, en doğal duygulardan olan sevmek bile insanın kendisiyle savaşmasına sebep olabiliyor. Diyalog kurmak istediğimiz insanlar, bir şekilde kenara itilmiş, bırakılmış ve yalnız hisseden insanlar. Tekrar olacak ama, altını çizmek isterim, yalnız doğarız, yalnız büyürüz, yalnız uyanırız, ama yalnızlık insana göre değil.

Bu söz gerçekten çok anlamlı. Umarım bahsettiğiniz seyirciye ulaşır. İlk uzun metraj filminiz olmasına rağmen Diyalog’dan ne istediğini bilen bir yönetmen hissiyatı aldım. İkinci Gece filmi nasıl tepkiler aldı?

O çok masalsı bir film, Diyalog’dan apayrı bir yapıya sahip. Bugün basın toplantısında “İki filmin biçimi, tekniği çok farklı, bunun motivasyonu nedir?” diye soruldu. Ben içeriğe göre biçimi belirleme taraftarıyım. Hikâye biçimini belirlesin, çünkü aslında ben o hikâyeyi ya da duyguyu iletmek için bir vesileyim. İkinci Gece “Karşıma bir cin çıksa ne dilerdim?” sorusuyla baş başa kalan birinin ömrünün sonuna kadar bir kadınla beraber yaşamak istediğini fark etmesini, bunu o kadına gidip sormasını, onun izni olmadan bu dileği isteyemeyeceğini belirtmek gibi bir hassasiyet göstermesini anlatıyor.

Diyalog’a dönersek, yönetmen mekân/hafızadan bahsettiğinde karakterler onunla dalga geçiyor. Bu iki kavram akademide çok konuşulan, tutulan meseleler. Aslında sizin filminiz hem diyaloglar hem de kurgusuyla mekân algısının, hafızanın oldukça öznel bir kurgudan ibaret olduğunu hissettiriyor. Bu anlamda tüm ilişkiler kurgu mudur? Ya da karşı taraf hep kafamızdaki bir kurgudan mı ibarettir?

Güzel bir soru. Tanışma, anlık ve kendiliğinden gelişen bir an. Kurgu yapmaya başladığımız an samimiyeti kaybediyoruz. Aslında kurguya ihtiyaç duymamız, her zaman iyi ve mutlu olma endişemizle alakalı. Bu endişe bizi çok fazla yanlış karar vermeye itiyor. İyi zamanlarımız da olabilir, kötü zamanlarımız da. Yeter ki ortak paydada buluşalım ve birbirimize açık olalım. Gelelim, “Karşı taraf bir kurgudan mı ibaret?” sorusuna. İş hayatında, aile hayatında çoğunlukla kurgu yapıyoruz. Aslında üretim yaparken de kurgudan kaçamıyoruz. Koşullar bizi kurgu yapmaya itiyor. Hem olanaklar az olduğu için hem de bizi kalıplara sokmak istedikleri için fazlaca kurgulanmış hareketler içinde buluyoruz kendimizi. Bu kadar kurgu ve hesaplı hareketler sonucunda mutsuz oluyoruz, sahici, organik bağlar kuramıyoruz, bu yüzden çoğu zamanla kopuyor belki de. Aynı masada, müşterek bir paydada bir araya geliyorsak, aslında kurguya ihtiyaç duymamalıyız.

Üretim şekillerinin bizi bir kalıba zorladığını söylediniz. Filmin yapım modeli de aslında içeriğine benzer bir özgünlük taşıyor. Biraz bundan söz edebilir misiniz?

Biz sinemanın “art house” denen kısmında yer alıyoruz. Bu tip filmlerin maddi ve manevi olarak devamlılığı için festivallerde gezmesi çok önemli. Pandemi koşullarıyla da beraber gişenin hâli zaten ortada. Özellikle de yurtdışı festivallerin bizim gibi ülkelerden beklediği hikâyeler ve temalar var, bunun dışına çıktığınızda kabul görmeniz zorlaşıyor. Sinema sanat disiplinleri arasında en maliyetli olanı. Ülkemizde sınırlı sayıda fon var, onlar da yapımcıların bir kalıba girmesini bekliyor. Burcu ile beraber şunu düşündük, bir film çekmek için ne gerekiyor, senaryo. Senaryoyu çekecek ve buna inanacak insanlar. Para en son engel olmalı. Bizde hep ilk engel para gibi görülüyor, biz bunu nasıl aşabiliriz diye düşündük. Ben bütçeyle oynamayı seven biriyim, bu yüzden filmde emeği geçen kişilerle konuştuk, hem riski hem de geliri paylaştık. Filmin bütçesi 700 bin TL’ydi, biz bu filmi 170 bin TL nakit parayla çektik. İnsanları filmin telifinden gelecek gelire ortak ettik, bütçe üzerindeki paylarıyla doğru orantılı. Bu sözleşme biçimini de dayatmadık, seçenekler sunduk. Çünkü kimse filmimiz için ekonomik kaygılar gütmesin, herkesin performansı öne çıksın istedik. Geri kalan kısmı için de tanıdıklarımızdan para topladık ve film 28 tane yatırımcının havuza koyduğu parayla, çalışan insanların haklarını telif olarak almayı kabul etmesiyle oluştu. Bu film, ekipteki birçok kişinin ilk filmi.

Bu yapım modeliyle beraber aslında film her boyutuyla kolektif bir yere taşınmış. Tüm ekibi ve emeği geçen herkesi tekrar tebrik ederim. Son olarak film bana birçok başka eseri çağrıştırdı. Karakterlerin kendilerini birden, beklemedikleri bir anda aşkın içinde bulmalarıyla Bir Yaz Gecesi Rüyası, Certified Copy gibi eserleri hatırladım. Amacınız bu muydu?

Biz bu filmi yaparken olabildiğince çıplak olmaya özen gösterdik. Scenes From a Marriage (Ingmar Bergman, 1974) ve Certified Copy (Abbas Kiyarüstemi, 2010) de dahil olmak üzere yaklaşımları benzer tüm yönetmenlerin filmleri bana referanstı. Senaristlerimizden Fahri Güllüoğlu’nun filmle ilgili bir saptaması var: “Basit, kendini ciddiye almayan, entelektüel bir film.” Gerçekten üretiminiz nasılsa filminiz de ona benziyor.

Ben bu film vesilesiyle tanıştığımıza çok memnun oldum, diğer filmlerinizi de heyecanla bekliyorum.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share