Alfonso Cuarón: “Umut bugünü değiştirme çabasıdır”

Alfonso Cuaron

Alfonso Cuarón, ortadan kaybolma konusunda özel bir yeteneğe sahip. Meksika doğumlu yazar-yönetmen, seks ve sosyal gerçeklik üzerine ruhani bir yolculuk olan Y Tu Mamá También ve dünyaca ünlü serinin 2004 yapımı olağanüstü filmi Harry Potter and the Prisoner of Azkaban’ı çekerek 21. yüzyılın en başarılı filmcilerinden biri hâline gelmişti. Ancak 2006 yapımı distopyası Children of Men’in zor üretim süreci ve mali başarısızlığının ardından Hollywood’dan büyük ölçüde çekilmişti, 2013’te intikamını “En İyi Yönetmen” de dahil olmak üzere 7 Oscar Ödülü kazanan Gravity’yle alana kadar. Ancak ondan sonra tekrar ortadan kayboldu ve son yıllarda neredeyse her röportajdan kaçındı.

Her şeye rağmen onun adı bugünlerde Children of Menin günümüz jeopolitik ikliminde korkutucu bir kehanet gibi yankılanmasından dolayı pek çok sinefilin dilinde. Neredeyse bir yıl süren bir arama sürecinin ardından Vulture, Cuarón’u doğduğu şehir Mexico City’de, 1970’lerde geçen ve henüz bir adı olmayan gizemli bir film üzerine çalışırken buldu. Vulture ekibinden Abraham Riesman, Children of Men’in aradan geçen yıllardan sonra bıraktığı miras üzerine hazırlanan dosya için yönetmenle “La Condesa” adlı gözde mahalledeki aydınlık bir restoranda konuştu.

Ana konu Children of Men’di, ama film hayatın anlamı ve toplumların başarısız olma nedenlerini aramak gibi iddialı bir girişimde bulunduğu için sohbetin geniş bir konu yelpazesine yayılması şaşırtıcı değildi. Öğle yemeği, tatlı ve birçok bardak “chia fresca”[i] boyunca Cuarón, iklim değişikliğinden Picasso’nun Guernica’sına, Universal Pictures’tan bıkmışlığından sağ popülizmin yükselişine kadar her şeye değindi.

Children of Meni 2007’nin yılbaşı günü izlemiştim. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Öylesine girdim çünkü izlemek istediğim filme bilet kalmamıştı.

Aynen öyle. [Gülüyor.]

Yani, sonuçta tanıtımı o kadar iyi yapılmamıştı, o yüzden filmi o şekilde gören tek kişi olmadığımı eminim. Ama günümüzde, Brexit ve Trump’ın zaferinin ardından filmin başarısının ağızdan ağıza yayıldığını görüyorum. Artık Children of Men’le ilgili konuşacak çok şeyimiz var.

Çok fazla şey var be dostum. İnsanların halihazırda olan şeylerle ilgili konuşuyor olması çok üzücü bir gerçek. İnsanlar onları bununla ilgili uyarıyordu. Şu an şaşkınız, ama esasında hakkında konuşulan şeylerdi bunlar. Children of Men de bunun bir ürünü. Children of Men kehanet gibi bir iş değil. Yalnızca o sıralar yapılan çalışmalar ve yazılan makalelerden oluşan bir bileşim.

O dönem kimi okuyordun? Slavoj Žižek‘i biliyorum. Başka?

Naomi Klein ve [siyaset felsefecisi] John Gray. Aynı zamanda nüfus çalışmaları gibi konular için [sosyolog] Saskia Sassen. Bütün bu insanların -buna Chomsky de dahil- teşhiş koyma konusunda inanılmaz olduklarını gördüm. Bir çözüm bulmaya çalışmaktan bahsetmiyorum. Durumun, işlerin şeklinin teşhisini yapıyorlar. Çevreden dolayı konuşmaya başladıkları bir konu, [coğrafyacı] Fabrizio Eva’ydı. Eva bununla birlikte gelen doğal bir şeyden bahsediyor, yani göçten. Doğal olan göçü keşfetmekti. Gidip insanlarla konuşarak ya da etkileriyle ilgili araştırmalar yaparak. Şu an şaşkınız çünkü paradigma birden değişiyormuş gibi görünüyor. Değişmiyor. Son birkaç yıldır olanların doğal evrimi bu.

Alfonso Cuaron - Children Of Men
Theo (Clive Owen)

Son birkaç aydır Children of Mende Theo’nun, Avrupa’nın değerli sanat eserlerini kurtarıp koruyan Nigel’la konuştuğu kısım üzerine çok düşünüyorum. Theo ona “Yüz yıl içinde bunlara bakacak kimse kalmayacak. Devam etmeni sağlayan şey ne?” diye sorduğunda Nigel şunu söylüyor: “Ne biliyor musun Theo? Bu konu hakkında düşünmüyorum.” Eskiden bunun dünyaya yönelik korkunç bir yaklaşım olduğunu düşünürdüm ama son zamanlarda haklı olabileceğini düşünmeye başladım. Sonuçta yaklaşmakta olan kıyamete odaklanırsan kaderci birine, hatta bir nihiliste dönüşebilirsin. O yüzden belki de bu konu hakkında düşünmemek en iyisidir.

Komikmiş, çünkü ben onu hiç bu kadar hayırsever biri olarak görmedim. O karakter için söz konusu olanın hayırseverlik olduğunu düşünmüyorum. Bu yalnızca onun geceleri atlatmasını sağlayan şey. Sanat koleksiyonunu bir araya getirecek güce sahip ve evet, herkesin yaptığının insanlığın iyiliğine olduğunu iddia etmesi gibi o da yaptığının insanlığın iyiliğine olduğunu iddia edebilir. Ancak sonuçta o objeleri dekor olarak kullanıyor. [Michelangelo’nun eseri] David’in bir bağlamı var. Etnik, ruhani, dini ve estetik bir kullanımla ilgilenen kültürel bir bağlam. Bu kısmını ondan alıp onu oturma odana dekor olarak koyamazsın. Guernica’yı kahyaların servis yaptığı süslü yemek masana fon yapacaksın öyle mi? O zaman artık ne anlamı var ki? Duvarkağıdı haline geliyor. Ayrıca Nigel’ın bütün o şehirlerde yaşananların ve faciaların sanata nasıl bir darbe indirdiğinden bahsettiği bir replik var.

Evet, Theo da diyor ki: “İnsanlar da cabası.”

Nigel insanlardan bahsetmiyor. Ancak insanları sanattan ya da kültürden ayıramazsınız. Öbür türlü o yalnızca bir nesne haline gelir. Bir gün bir uzaylı uygarlığı gelirse, David şeklindeki bir mermeri doğadaki herhangi bir mermerden ayırt edebileceklerinden emin değilim. Sanat kültürle ilişkili. Ondan ayrıldığın zaman geriye hiçbir şey kalmıyor. Ve Nigel, sanatı insandan ayırıyor. Artık o noktada bu ya bir dekor, ya da bir güç gösterisi.

O zaman biraz Children of Men’in yapım sürecinden bahsedelim. Proje eline ilk 2001’de geldi, değil mi?

Doğru, o sırada Y Tu Mamá También’in tanıtımını yapıyordum. Menajerime senaryo okumak istemediğimi söylemiştim. Şu “değerlendirmenize arz ederim” işlerini okumak istemiyorum. Bana yalnızca özetini gönderin. Ve özet dediğin iki sayfa bir şey. 120 sayfa okumak… Bak, Hollywood senaryoları okumak çok acıklı bir şey. Ve sorun şu, sen çalıştığını sanıyor olabilirsin ama yalnızca zamanını boşa harcıyorsun. Üretmiyorsun da. O dönem bilgisayarım yoktu, senaryoları hâlâ kağıttan okuyordum. Uçuşlarda yanıma bir tane alır ve orada okurdum. Ve Children of Men’in ilk taslaklarından birini bir Los Angeles yolculuğu sırasında okuduğumu hatırlıyorum.

Özeti okuduğumda, neden bilmiyorum, o başlar başlamaz her şeyiyle gördüğünüz durumlardan biri oldu. Okumaya başladım ve her şey adeta bir anda çözülmeye başladı. Ama kitap ya da hikaye ilgimi çekmemişti ve senaryoyu okumak istemiyordum çünkü romanın uyarlamasıydı, özetin bazı unsurlarını beğenmiştim. Sonra Y Tu Mamá También’le Toronto Film Festivali’ne gittiğimizde bir süre dönemedik çünkü 11 Eylül oldu. Gael García Bernal ve Diego Luna’yla 3-4 gün mahsur kaldık. Çok tuhaf bir atmosfer vardı. Sokaklar sessizdi ve herkes korku içindeydi. Güçlü insanlar bile özel uçaklarını uçuracak kadar güçlü değildi. Bunu görmek enteresandı.

Gael’le konuştuğumu ve ne olacağını düşündüğümü hatırlıyorum. İşte o andı. Çünkü işleri değiştirecek bir şeyin yaşandığı netti, ve tam da yüzyılın başında gerçekleşmişti. Bu yeni yüzyılı şekillendirecek şeyin ne olduğunu anlamak için çalışmaya başladım. Birçok şey okumaya başladığım dönem oydu.

Özeti okur okumaz bu fikirlere kapıldıysan neden hemen işe koyulmak istemedin?

Çünkü senaryoyla ilgili değildim. O sırada faşist bir ülkede üst sınıfı anlatan bir bilimkurguyla ilgilenmiyordum. O dönem, 11 Eylül’dü. Değişim oydu. Sonra o kış, [ortak yazarlardan] Tim Sexton’la Londra’ya gittim. Tim kitabı okudu. Ona dedim ki: “Kullanabileceğimiz, konuyla ilgili bir şey varsa bana söyle.” Okudu ve bir-iki şeyden bahsetti. Taslağı yazdık. Universal yeşil ışık yakmadı. O arada Harry Potter işi oldu.

Neden yeşil ışık yakmadıklarını biliyor musun?

Beğenmediler.

Bu oldukça iyi bir neden sanırım.

Hı-hı. Harry Potter‘ı çekerken beni aradılar. Yapımcılar beni aradılar ve bu projeyi canlı tutmak istediklerini söylediler. “Başka bir yazar daha getireceğiz.” dediler [Bu yazar David Arata’ydı.] Rapor gibi bir şey hazırladılar. Bizim yaptığımız herhangi bir şey değişmeyecekti.

Harry Potter’ı çekerken Children of Men üzerine sık düşünüyor muydun?

Her an. Daha bile çok düşünüyordum. Sürekli Londra’daydım. Londra’nın pek hoş olmayan kısımlarına bakıyordum. Harry Potter süresince araştırma için çok zamanım vardı. Çünkü Harry Potter dünyasına ilk girdiğiniz birkaç ay entelektüel açıdan o kadar yoğun geçiyor ki her şeyinizi vermek zorunda kalıyorsunuz. Ama sonra, uzunca bir süre her şey saat gibi tıkır tıkır işlemeye başlıyor. Belli saatler boyunca işe gidiyorsunuz. Bu da bana zaman kazandırdı. Deli gibi araştırma yapıyordum. Deli gibi okuyordum. İnsanlarla konuşuyordum. Etrafa bakıyordum. Fotoğraf çekiyordum. Gözlem yapıyordum yani… Çok okuyor ve onları hazmetmeye çalışıyordum. Okumakla ilgili harika olan şey, konuyla ilgili olan bir şeyi okuduktan sonra onun konuyla ilgili olan başka bir şeye bağlanması. Sanki merkezinde Children of Men olan bir bilgi dokumasıydı bu. Chivo [görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki] da bana çok ilham verdi.

Children of Men kesinleşmeden önce dahi proje gerçekleşecek olursa görüntü yönetmeninin Chivo olmasına karar vermiş miydin?

Elbette. Elbette.

O sırada nasıl fikirlerle katkıda bulunuyordu?

“Bu filmin tek bir karesinin dahi gelinen noktaya dair bir yorumda bulunmadan geçmesine izin veremeyiz.” dedi. Ben de dedim ki: “Evet. Aynen öyle.” İşin ne olduğunu tane tane anlatmayı çok iyi başarıyordu. Ben sonsuz sayıda detaydan bahsedebilirim ve bunu yalnızca Chivo deşifre edebilir. “Tamam. Mesele şununla ilgili.” der. Bu çok yardımcı oluyor. Chivo’yla birlikte Londra’nın daha çok Mexico City gibi görünmesini istedik. Ayrıca neredeyse hiç yakın çekim yok. Her şey çok geniş çünkü atmosfer de karakter kadar önemli.

Daha önce Y Tu Mamá También‘de yaptığın gibi.

Evet. Biri diğerini bilgilendiriyor. Ana anlatıya baktığınız zaman hikayeyi takip edebilirsiniz. Bir yönetmen olarak takip edebilmeyi umarsınız. Ba-ba-ba-ba-ba-ba-ba, sayarak aşağı yukarı tutar. Pek çok açıdan asıl mesele, arkada neyin anlatıldığı. Karakterler, karakterlerin misyonu, hatta diyalogu söz konusu olduğunda bile. Kadrajda olan ufak bilgi parçacıkları.

Yani Chivo’yla birlikte düşünüp konuşuyordunuz ve Harry Potter‘ı bitirdiniz. Children of Men‘e hemen başladınız mı?

O büyülü anlardan biri gerçekleşti. Gittim Harry Potter‘ı çektim ve birden daha önce hayır diyenler bu sefer filme yeşil ışık yakmak istedi. Universal’ın başında Stacey Snider vardı. Şahane biriydi. Ofisine gittim ve bana şunu dedi: “Bu filmi anlamıyorum, ne yapmak istediğin hakkında hiçbir fikrim yok, ama hadi yap şunu.” Sonra başladı, ama korkunç bir sürecin başlangıcıydı bu. Çok zordu. Sıkıntılı bir yapım olduğunu söylemek zorundayım.

Yapım aşamasında sıkıntılı olan neydi?

Tatsız-tuzsuz Hollywood saçmalıkları. Stüdyoyu memnun etmek isteyen yapımcıların bütçeyi gizlemesi gibi.

Yapım aşamasına geçmeden önce Clive Owen’dan bahsedelim. Kadroya nasıl dahil oldu? Yetkili abilerin en başta Amerikalı birini istediğini duymuştum.

İşi yalnızca o dönem adı anılan beş kişiden birini seçersek onaylayacaklardı. Clive ya o yıl, ya da ondan önceki yıl Closer‘da (Mike Nichols, 2004) oynadığı için şanslıydım. Herkes ondan bahsediyordu. Bu beni çok mutlu ediyordu çünkü ona Croupier‘de (Mike Hodges, 1998) bayılmıştım. Sonra tanıştık. Başta neyden bahsettiğimi anlamadı. Sonra ona The Battle of Algiers‘ı (Gillo Pontecorvo, 1966) izlemesini söyledim. The Battle of Algiers‘a bayıldı. Theo’nun normalde kalın gözlükler takması gerekiyordu ama o savaşı kaybettik. Kalın da değil, daha çok Alfie‘de (Lewis Gilbert, 1966) Michael Caine’inki gibi. İstemediler çünkü onu daha az yakışıklı göstereceğini düşündüler.

Bu rol için neden Clive’ın doğru seçim olduğunu düşündün?

Clive’la konuştuğun anda onda etkileyici bir şeyler olduğunu görüyorsun.

Alaycılık da olduğunu tahmin ediyorum.

Tam da o. Bir an inanılmaz mesafeli olabilir. Sonra ısınıverir. Ona anında kanım kaynadı. Gerçekten çok sevdim. Sanırım o dönem kanlı elmaslarla ilgili bir filmden teklif almıştı.

Blood Diamond (Edward Zwick, 2006) mı? Sonuç olarak Leonardo DiCaprio’nun oynadığı film?

Hı-hı.

İlginç. Clive için doğru tercih olmuş.

Yoo, aslında öyle değil, çünkü Leo o filmle Oscar’a aday oldu.

Mantıklı.

Benim filmimde oynamaya karar verdiği için çok mutluyum. İşin başından sonuna kadar ortağımdı.

Yazmaya da yardımcı oldu, değil mi? Sen, o ve Tim?

Clive’la oturup tekrar tekrar çalışırdık. Palavranın kokusunu o kadar iyi alırdı ki. Ayrıca yaptığımız şeyi yapmanın nasıl bir his olduğunu anlaması çok önemliydi. Sahnelerin ritmi onun omuzlarındaydı çünkü her şey onun etrafında dönüyordu. Sahnenin merkezinde o vardı, geliyordu ve bir şeyler oluyordu, o yüzden pek çok açıdan harika bir filmciydi. Uzun bir planın ardından “Aslında bunu biraz hızlandırabiliriz” gibi şeyler söylerdi. Bu tür şeyleri kurgu odasında yapamazsınız, o an sahnede yapmanız lazım. Film Chivo, Clive ve benden oluşan bir üçlünün elinden çıktı.

Alfonso Cuaron- Children of Men
Jasper (Michael Caine)

Peki Julianne Moore’u ekibe nasıl dahil ettiniz?

Ne büyük şans. Stüdyonun elinde birkaç isim vardı, başka birileri daha vardı, ama Julianne… Benim için Theo ya da Julian’dan birinin İngiliz olmaması önemliydi…

Neden?

Filmdeki göçmenlik meselesinden dolayı. Bazı Fransız ve başka milletlerden oyuncuları da düşündük. Ama iş öyle bir noktaya geldiğinde stüdyo aksanla ilgili endişelenmeye başlıyor. O yıl çok para yapan bir filmle Oscar’a aday olmuş bir yabancı oyuncu yoksa onu kadroya almaya pek yanaşmıyorlar.

Julianne neden bu rol için doğru seçimdi?

Herhangi bir Amerikalı kadın kadar cool ve rahat, bu da karakteri için çok önemliydi. Çok rahat, ama bir anda parlayabiliyor, aynı zamanda acayip zeki.

Michael Caine’i hippie rolünde oynamaya ikna etmek zor oldu mu? Hayli muhafazakar biri.

Onun muhafazakar olduğunu bilmiyordum. Tanıştığımızda sanırım iyi anlaştık çünkü John Lennon’la tanışmıştı ve bana “John’muş gibi oynayabilir miyim?” dedi, ben de “Bu harika olur.” dedim. Ancak ot içme sahnesine geldiğimizde bir noktada Michael benim pek de muhafazakar olmadığımı anladı. Bir an Michael’ın neden burada oturuyorum? diye düşündüğünü gördüm. Şunu söylemem lazım, o adam inanılmaz bir profesyonel. Çok teknik bir oyuncu. Kameranın nerede olacağını, kendisinin nerede duracağını, repliğini burada nasıl söyleyeceğini ve orada nasıl söyleyeceğini çok iyi biliyor.

Hazır birlikte çalıştığın isimlerden bahsederken, duyduğum kadarıyla bir ara Banksy’le çalışma ihtimaliniz varmış. Doğru mu bu?

O komik bir hikâye.

Tahmin edebiliyorum.

Banksy henüz bugünkü Banksy değildi. O dönem daha çok bir Doğu Londra fenomeni gibiydi ve ondan, onun yaptığı işlerden hoşlanıyordum. Onun çizimlerini kullanmanın harika olacağını düşündüm. Damien Hirst’ün bütün işlerini satın aldığı ilk gösterisini yaptığında ben de davetliydim. Banksy’yle görüşmek istiyordum, o yüzden menajeriyle görüştüm. Bir kafeye gittik ve çok garipti. Menajer içeri girdi ve benim arkama oturdu. Bana sorular sormaya başladı… Bir röportaj gibiydi. Senaryosu önceden yazılmış bir röportaj, ya da ideolojik bir röportaj gibi.

Londra’dan söz etmişken, çekimlere 7 Temmuz saldırılarından hemen sonra başladınız. Stüdyo durmanıza yönelik bir baskıda bulundu mu?

Hayır. Hayır, Londra bu. Başka bir ülke olsaydı, Meksika olsaydı boşverip gitmek zorunda kalırdık. Amerikalılar niyeyse Birleşik Krallık’ta kendilerini çok güvende hissediyor. İlginç olan şey bu durumun o dönem düşündüğüm bir şeye, yeşil alanlara fazlasıyla benzemesiydi. Bu Meksika’yı görüyorsun. [Eliyle restoranın geri kalanını göstererek] Şu kokteyllerini içen güzel insanlara bak. Arkadaş, on dakikalık mesafede bunun tam öteki ucunu görüyorsun. Ancak biz korunaklı yeşil alanlarda yaşıyoruz. Birleşik Krallık da dünyanın yeşil alanına benziyor.

Sularla çevrili olduğu için.

Yeşil alanın içinde başka yeşil alanlar da var. Pall Mall’daki[ii] mega zenginleri koruyan duvarlar var, Buckingham’ın içinden filan geçiyor. Ancak yeşil alanların etrafındaki o duvarlar var ya, onlar bir işe yaramıyor.

İşe yaramayana kadar yarıyor.

Yalnızca görünürde güvenli. Sonuç olarak kitleler bir şekilde gelecek.

Bu filmin de anlatmak istediği şeylerden biri aslında, mülteci krizinin nasıl rahatlıkla Birleşik Krallık’a nüfuz edebileceğini gösteriyor.

Bu o dönem bile [2000’lerin başı] çok barizdi. Ama medyanın bunu fark etmesi için aşırı korkunç bir barizliğe kavuşması gerekti. Medya nezdinde berbat olana kadar her şey ne kadar uzun süredir berbattı bir düşünsene.

Yani o dönem kimsenin konuşmadığı mülteci krizi hakkında bir şeyler okuyordun?

Bununla ilgili konuşan çok fazla insan vardı, ama alakasız geliyordu. Durum dünyanın ilgisini çekene kadar kaç bin insanın boğulduğunu bilmiyorum.

Sonuç olarak neden ilgilerini çekti sence?

Muazzam bir büyüklüğe ulaştı, o yüzden. Önceden şöyleydi: “Tamam, bugün yalnızca sekiz kişi boğuldu.” “Bugün yalnızca 20 kişi. Hiç fena bir gün değil!” Bir anda bir gün İtalya kıyılarındaki sayı 200’e ulaştı. Sonunda haber oldu bu. Yani evet, göç bizim endişelendiğimiz bir konuydu. Kadroyu oluştururken demografik fazlasıyla belirliydi. Figüranları seçme şekli şöyleydi: X sayıda Alman, X sayıda Macar, X sayıda Cezayirli olsun. Yüzdeye dayanıyordu. Bu şekilde mümkün olduğunca belirlemeye çalıştık.

Alfonso Cuaron - Chidlren of Men
Mülteciler (Children of Men)

Filmin en ince ve muhteşem kısımlarından biri o: Mülteci kamplarında bir sürü beyaz tenli insan var. İnsanlar mültecilerin yalnızca esmer tenli ya da siyahi insanlar olmayabileceğini unutuyor.

Çok çabuk unutuyoruz. O yüzden kafeslerdeki beyaz insanlardan bahsetmek istedim. Mesela bir noktada Alman bir kadın görüyoruz. Yardım isteyen Alman bir kadın ve yanından geçen giden birinin ardından askere bağırıyor: Bana bunu nasıl yaparlar? Beni nasıl bu zencilerle birlikte tutarlar?

Bilinçli yapılmış olsa da olmasa da kısırlığın hep iklim değişikliği ve onun küresel sola karşı meydan okuması için gerçekten harika bir metafor olduğunu düşünmüşümdür. Elinde bir dolu solcu karakter var, en iyi örneği Fishes[iii], kendilerini ilerlemenin ve adaletin vekili kabul ediyorlar ama ortada insanlık için varoluşsal bir tehdit var ve ona odaklanmıyorlar. Odaklandıkları şeylere de saygı duymak gerekiyor elbette: baskılanan insanlar için özgürlük. Ama bir yandan bütün davalarımızı ilgisiz hale getirecek bir şeyler de var.

Evet, Amerika solunun iki partili seçime sıkışması gibi. Ehvenişeri seçme zorunluluğu. Peki senin önerilerini yapabileceğin platform nerede? Bütün zamanını ve enerjini tam inanmadığın ama diğer adamdan iyi olan birini savunmak için harcamak – delilik bu. “Bir alternatif var” demelisin.

Var mı peki?

Olduğuna eminim. Belki her şey Darvincidir ve hep öyle olacaktır, ama eğer bir değişikliğin gerçekleştirilebileceğine inanmıyorsan bu ne kadar üzücü bir yaşam biçimi.

Bu bana 2006’da bir röportajda söylediğin bir şeyi hatırlatıyor: “Temkin için zaman yok, yalnızca dönüşüm için zaman var.”

Yalnızca dönüşüm için zaman var ve dönüşüm kendinde başlar dostum.

Film çıktığından beri bir dönüşüm geçirdiğini düşünüyor musun?

Buna zorlandım. Evet, geçirdim. Of be abi, bir mesele de yaş. Zamanla sana bir şeyler yapıyor. Children of Men‘in ardından hayatımın en yoğun ve zor beş yılını geçirdim.

Bir süre ortadan kayboldun.

Evet ortadan kayboldum. Aynen öyle. Kesinlikle bir etkisi oldu. Dönüşmeye ihtiyacım vardı.

Nasıl umudunu halen koruyup hayatın bütün buna değmeyeceğini hissetmemeyi başarıyorsun?

Çünkü değiyor. Her gün buna değiyor. Her santim dostum. Buna değer. Belki mesih gibi dünyayı değiştirerek değil ama çocuklarınla, içinde bulunduğun toplulukla, iletişim biçimlerinle ilgili bir şeyleri değiştirerek.

İklim değişikliğiyle ilgili ne kadar endişelisin?

Bir sorun daha. Mesele şu: Endişeliysem endişeliyimdir. Evet, kendim için endişelenmiyorum. İyi bir hayat yaşadım. Hala ormanlara gidiyor ve sahili görebiliyorum. Çocuklarımı düşündüğüm zaman ise endişe verici bir şey. Çok korkunç. Bunu durduracak bir etken varmış gibi görünmüyor. Herhangi birinin umrunda gibi de görünmüyor. Yine bir kişinin seçilmesi bütün bundan daha önemli… Medyanın, solun, liberallerin tamamı Sankritçede maya denen şeye, yani bir illüzyona odaklanmış durumda. Sonra bu güç dinamiğinin değişimi gerçekleşince de şok oluyoruz. Şok olmamamız lazım. Bütün bunlar zaten oluyordu.

Sence iklim değişikliğinin etkilerini çevirebilecek miyiz? Ya da hayatta kalmayı başarabilecek miyiz?

Bak, burada söz konusu olan dünya değil. Dünyaya bir şey olmayacak. Doğa bunu atlatacak. Belki doğanın tahayyül bile edemediğimiz farklı bir versiyonu, ama yine de öyle olacak. Yine dünyanın farklı yerlerine yayılan kesimler olacak. Söz konusu olan bildiğimiz haliyle kültür.

Filmin birkaç meşhur sahnesinden bahsedelim. Julian’ın vurulduğu araba sahnesini nasıl çektiniz?

Çok fazla planlamayla. Yazarken yaşadığım bir problem, bir yandan nasıl çekeceğimi hayal ediyorum. Bunun plan sekans olacağını çok önceden biliyordum. Karakterlerle o an orada olmak ve şiddete şahit olmakla ilgili bir fikirdi. Görkemli bir şiddet istemiyorduk. Tekrar tekrar kesip farklı planlardan gösterdiğinde şiddetin normalde gerçekleşme biçiminin aksine bir araba kazasının havalı biçimlerini sunmuş oluyorsun. O yüzden ne olacağı aşağı yukarı yazılıydı. Ama peki bunu nasıl bir araya getireceğiniz basitliğindeki soruya geldiğinizde?

Chivo’yla ben o çekimle ilgili haftalık toplantılar düzenliyorduk. Tamam dediği haftayı hatırlıyorum. Önce Chivo bunun imkansız olduğunu söyledi. Ben de dedim ki: “Bunu yeşil ekranda nasıl çekeceğimi biliyorum.” Bunu söyledim, çünkü hemen ardından Chivo’nun “Bu sahneyi yeşil ekranla çekersen ben yokum!” diyeceğini biliyordum. Ertesi gün geldi ve dedi ki: “Tamamdır, arkadaşımla konuştum. Bunu yapabiliriz.”

Diğer büyük plan sekansta da Theo mülteci kampı boyunca koşuyor. Kamp için hangi görsel referanslardan faydalandınız?

Balkanlardaki kamplar, Kürt mülteci kampları, bir de Calais.

O çekimde Theo oyuk bir otobüsün içine doğru koştuğunda kameranın lensine kan sıçrıyor. Bunun nasıl olduğunu bana anlatabilir misin?

Aslında en başta lense kan Julianne Moore’u öldürdüklerinde sıçrayacaktı. Onu dijital olarak ekleyecektik. Ama uzun lafın kısası -ya da uzun lafın uzunu- o çekim [mülteci kampı] için 14 günümüz vardı ama 12. günde daha kameraları çalıştırmamıştık. Tahmin edebileceğiniz gibi kamerayı çalıştırmadığınız üçüncü gün stüdyo yapımdan birini gönderiyor. Altıncı gün kreatif direktör geliyor. Eh, 11. güne geldiğinizde de stüdyonun patronu geliyor. O tür bir şey.

Sorun da bu şeyi yapabilmek için günde yalnızca iki şansımızın olmasıydı. Sabah bir kere, sonra patlamaları, çığlıkları, her şeyi bir daha ayarlamanız gerekiyor. Yeniden kurmak beş saat. O yüzden ışık gitmeden yalnızca bir kere daha çekme şansınız var. Sorun şu ki 15. güne uzatamıyorduk çünkü orduyla yapılan bir anlaşma mı ne vardı, öyle bir şey.

On üçüncü gündeydik ve öğleden sonra ilk çekimimizi yaptık. Ve bir buçuk dakika sonra basitçe olmadı. Ertesi gün için yeniden kurmamız gerekiyordu. Ertesi sabah ilk çekimi yaptık ve her şey mükemmeldi, bitirmek üzereydik. Binanın içine girmek üzere koşuyorduk ki [kamera operatörü] George [Richardson] takıldı ve kamera düştü. Geriye bir tek şansımız kalmıştı, sonra gitmemiz gerekiyordu. Kariyerimin sonu gelmek üzereydi.

O an panikliyor muydun?

Biliyor musun, öyle anlarda yalnızca odaklanıyorsun.

Peki, çekim için son şansınızı kullanıyorsunuz.

Otobüse geldiğimizde kamera içeri girdi ve lense kan sıçradı. Küçük monitörümden hiçbir şey göremediğimi görüyordum. “Kestik!” diye bağırdım. Ama tam o sırada bir patlama oldu ve kimse beni duymadı. Bu da bana düşünme şansı verdi: “Neyse, sonuna kadar kaydı devam ettirmem lazım.” Ve devam ettik. “Kestik” dediğimizde Chivo çılgınlar gibi dans etmeye başladı. Ben “Hayır, olmadı! Kamerada kan vardı!” diyordum. Chivo dönüp bana şunu söyledi: “Salak! Bu bir mucize! Kan burada olacak, Julianne Moore’lu sahnede değil!” Evet, aslında diğer sahnede olması gerekiyordu ama burada oldu.

Theo ve Kee’nin sandalda Human Project’in[iv] gemisini beklediği son sahneden bahsedelim.

Orada önemli olan bot metaforuydu.

Neydi bu metafor?

Biz doğal göçmenleriz. Yani bu konuşmayı yapıyor olmamızın nedeni, göç etmenin insanların doğasında yer alması. Aksi takdirde burada olmazdık. Burada insanlar olmazdı, halen Afrika’da olurlardı.

Ayrıca güvensiz bir dünyada sürükleniyoruz, o yüzden Theo ve Kee gibi birbirimize iyi davranmalıyız.

Mesele bu işte. Güvenli bir mahallede mi yaşamak istiyorsun? Mahallenin etrafında gerekli sosyal altyapıyı kur ki mahallendeki komşuların daha iyi durumda olsun. Böyle daha güvenli olacaktır.

O noktada Theo, Kee ve bebek bir nevi harmanlanmış bir aile gibiler. Film sanki bize aileyi genetik bağların ötesinde aramamızı öneriyor.

Bu da diğer mesele. Aile, soy denen ataerkil şeyin ötesinde.

Ayrıcalığın ve mülkiyetin babadan oğla geçtiği ataerkillikten mi bahsediyoruz?

Erkekten erkeğe geçiyor, bağlılıklar da öyle. Böyle bir kimlik tespiti var: Eğer belli bir ismin varsa, şanslı sınıfın bir parçasısın.

Cinsiyetlerden bahsetmişken, P.D. James’in orijinal romanında kısırlık erkeklerden kaynaklanıyor, ancak filmde çocuk sahibi olamayan kadınlar. Bunu niye değiştirdin?

Biri bize bunun [bilimsel olarak] daha olası olduğunu söyledi. Erkeğin olması çok daha düşük ihtimal. Ama bu daha ruhani bir kısırlık. İnsanlık olarak doğadaki çok basit bir şeyden tamamen saptık. Darvinci doğa üremekten yanadır ve yaptığımız her şey topluluğun yararınadır. Eğer bir karıncaysan, karınca kolonisi içindir. Var olmanın tek nedeni bir sonraki nesil için zemini oluşturmaktır. İnsanlık hep bu olmuştur. Ancak 20. yüzyılda liberal kapitalizmin şahlanmasıyla bu türden bir ruhani kısırlılığa yol açan bir hedonizme düştük.

Hedonizm derken insanların yalnızca kendilerini kollamasını mı kastediyorsun?

Evet. Arabam var, bu haftasonu partiye gidiyorum, maaşıma zam yapılacak, bu kış Maldivlerdeyim, bunu yapacağım şunu yapacağım ve herkes çok keyif alacak. Burada olmamızın nedeni keyif almakmış gibi. 90’lardan beri olan biten aşağı yukarı bu. Sol bile arkadaşlarıyla yabancı film izlemeye çekildi. Ancak halen hakkında olumlu düşündüğüm bazı örgütler var. İletişim kurma biçimleri bakımından paradigmaları alt üst edenler ilgimi çekiyor.

Ne demek istediğini anlamadım.

Sosyal medya ve internetten çıkan şeyler. İşe yaramayacağını düşündüğün şeyler… Ki “işe yaramak” derken ihtiyatla yaklaşıyorum. Yalnızca derinlemesine araştırmak ve nasıl bir potansiyeli olduğunu görmek için ilginç bir adım olduğunu düşünüyorum. Birçok insanın dikkatini çekip onları davalarına dahil ettiler. Bu davalara katılmakla ilgili kimi zaman yaşanan bir sorun, solun yapması gerekenin bir yere tıklayıp ya da imzanı atıp görevini yerine getirdiğini düşünmek olmaması. Ama benim ilgimi çeken, sosyal medyanın sosyal hareketlerin paradigmasını nasıl değiştirdiği. Arap Baharı ve ABD seçimlerinde gördüğünüz gibi.

Evet ama ABD seçimlerinde sosyal medyanın rolü biraz korkunç ve zararlıydı.

Ama öyle ya da böyle işleri değiştirdi. Ana akım medya konudan tamamen ilgisiz kaldığı için elendi. Amerika solu kendinden utanmalı. Amerika’da sol kurumsallaşıp ana akımlaşırken sağ bunu yapmadı.

Sağ radikal kaldı.

Siperlere gittiler ve radikal kaldılar, sonra bak ne oldu. Artık ana akım medyanın desteğine ihtiyaçları yok çünkü başka bir paradigma söz konusu, görüyor musun ne olduğunu? Yani, Obama yönetimine yanaştığı için sol kendini biraz salak gibi hissediyor olmalı. Evet, diyebilirsiniz ki “Trump geliyor, artık Obama’yı takdir edeceksin.” Ancak bu saçma bir karşılaştırma. Obama idealleri karşılayamadı, ama sol buna rağmen onu destekliyor gibiydi.

Hangi ideali karşılayamadı?

Temel şeylerden bahsedelim. Bir, Guantánamo. Orayı kapatmadı. Basit bir şey. İki, Amerika’nın dünyanın kalanına karşı benimseyeceği yeni yaklaşım. George W. Bush’la tamamen aynıydı. Hiçbir şey değişmedi. Irak’taki savaşı sona erdirecekti ama şimdi savaş yeniden başladı. Yok edeceğini söylediği Afganistan’daki savaşı yaydı. İnsansız hava araçlarından bahsetmiyorum bile. Ya da Obama’nın göçmenlik karnesinin Bush’unkinden çok daha kötü olduğundan.

Artık daha mı az umuda sahip olduğumuzu düşünüyorsun?

Şık bir Meksika restoranında iki beyaz ve eğitimli insanın umuttan bahsetmesi çok semptomatik. Çok şanslıyız. Ama eğer dünyanın çok şanslı insanlarından biri değilsen çoğunlukla umutsuz koşullarda yaşıyorsun. 1944 kışında Rusya’nın kuzeyinde yaşadığını düşün. Veba salgını esnasında Avrupa’da olduğunu düşün. Aynı soruyu sorabilirsin: Umut var mı, yok mu? Umut senin yarattığın bir şey. Seni bugünden alıkoymadığı sürece. Umut ederek yaşarsın, o değişimi yaratırsın. Umut, daha iyi bir dünya için bugününü değiştirme çabasıdır. Büyük ölçüde sana kalmış bir şey.

Sanırım umut sözcüğü, kabaca konuşacak olursak, mülteciysen ve yiyecek hiçbir şeyin yoksa geçerli. O zaman tek umudun sana doğru bir helikopterin gelmesi ve iniş esnasında savaş ağalarının onu vurmaması. O zaman umut var mı yok mu düşünebilirsin. Bu helikopterin ne zaman geldiğine ve savaş ağalarının onu vurup vurmamasına göre değişir.

Anladığımdan emin değilim. Umudun yalnızca zor koşullar altında kazanıldığı takdirde mi geçerli olacağını söylüyorsun?

Söylediğim şey eğer başka bir seçeneğin yoksa belki umudun bir seçenek olabileceği. Bir mucize. Bu başka türden bir umut, dünyayı görüyorsun ve bambaşka bir yer olabileceğine hâlâ inanıyorsun. Felsefi bir bakış açısından söz ediyorum. Ölümcül bir hastalığın var ve hayat için tek umudun garip bir kimyasal tepkimenin gerçekleşmesi. İşte bu gerçek umut.

Children of Men o zor kazanılan umudu aramakla mı ilgili?

Children of Men her şeyden çok dönemin ahvaliyle ilgili bir teşhis, bir makaleydi. İnsanlığın devam etme dürtüsüyle ilgili bir tematik unsura sahipti. İnsanlara -doğadaki herhangi bir şey gibi- devam etme hissi veren hayat içgüdüsü. Ancak insanlarda bilinç denen bir özellik var. Bu bilinç de ideolojiye dönüşüyor. İdeolojiler de neticede bölünmenin zihinsel araçları.

İdeoloji öncesi zihniyete mi dönmemiz gerektiğini düşünüyorsun?

Bence bugün kendimizi ideolojiden arındırmayı hayal etmek dahi çok zor. Kendimizi modern dünyadan arındırmamız gerekir. Benim neslimden ya da şu an iktidardaki nesilden birinin içinde yaşadığımız dünyayla yüzleşmek için doğru kararlar verebileceğini düşünmüyorum. Bizim bilgimizin yeterli olmadığı bir noktadayız. Geldiğim yer nedeniyle daha ideolojik bir yapım var, ayrıca Marksist fikirlere sahibim. Tarihi anlamlandırma açısından Marx’tan bahsediyorum. Tarihsel değişim, diyalektik, o tür şeyler. Genç nesillerin bunlardan gittikçe daha da uzaklaştığını görüyorum ve bu onların bilinçlerinin ya da sosyal farkındalıklarının olmadığını göstermiyor. Yalnızca benim gibi ideolojiyle lekelenmemişler. [Yaşlı nesiller] sorunları çözmeye çalışmak yerine gelecek nesillerin daha az lekelenmiş kavramları bulmaları için gerekli platformları sağlamalı.

Platform derken neyi kastediyorsun? İnsanların konuştuğu mekanlar mı?

Evet, mekanlar. Sanal mekânlar da gerçek mekanlar da olabilir. Bunlar politik değişimi tetikliyor. Şimdi bile yeni başkanınızı tetikleyen büyük ölçüde sosyal medya oldu. Oradaki gücü görüyorsun, öyle ya da böyle daha demokratik bir yetki veriyor. Bu arada demokrasiye şüpheyle yaklaşıyorum.

Neden?

Demokrasiyle ilgili sorun, demokrasinin bir süreçken doktrine dönüşmesi. Arasından seçmeniz için iki şey olması fikri. Böyle olunca süreç, ideolojiye dönüşüyor. Demokrasi, amaca ulaştıran hamle olmalı.

Şu an Children of Men‘i yaptığın döneme göre daha çok mu az mı iyimsersin?

Bak, ben günümüzle ilgili kesinlikle kötümserim. Ama gelecekle ilgili çok iyimserim. Günümüzle ilgili kötümserim çünkü kendi neslimi biliyorum. Ama daha genç nesilleri gördükçe umutlanıyorum. Aradığım sözcük bu. Umut. Al bakalım.

Genç biri olarak kendi neslimle ilgili umutlanmakta zorlanıyorum. Belki de o kadar genç değilimdir.

Evet ama senin neslin yalnızca Brooklyn’de de değil. Ben özellikle de Y jenerasyonundan çok umutluyum çünkü yeni bir dünya görüşüyle doğan tarihteki tek nesil onlar. Yepyeni araçlarla doğdular. Eskiden çözümün bir şekilde benim bildiğim paradigmalardan geleceğini düşünürdüm. Şimdi yapmak gerekenin tahayyül edilemeyen hakkında düşünmek olduğunu düşünüyorum. Tahayyül edilemeyen, yeni nesil için o kadar da tahayyül edilemez bir şey değil. Ne demek istediğimi anladın mı?

Bu yüzden de filmin sonu umutlu bitiyor. Bugün denen rezaletten fazla yaşayacak en az bir kişi olacağını söylüyor.

Sonra daha fazlası da olacak. Yarınla ilgili bu ihtimal hâlâ var. Bugün önemli olan rehavete kapılmayı bırakmak. Rehavete kapılmayı bıraktığınızda bütün bunlar olduğunda daha büyük hayal kırıklığına uğruyorsunuz, evet, ama diyorsunuz ki “Evet! Bu geliyordu.” Rehavete kapılarak eleştirel kaslarınızı kullanmamayı seçiyorsunuz. Bilakis, şu an olan biten her şey ortada. Irkçıların ırkçılığı kurumsallaşacak. Artık adabı muhaşeretin ardına saklanmıyorlar. Bu harika, çünkü artık herkesin nerede durduğunu biliyorsunuz.

Kıyamet sonrasıyla ilgili kurmacanın sevdiğim yanlarından biri de bu. Kıyamet sözcüğünün Yunanca tercümesinde ortaya çıkaran anlamı var. İnsanların rehavetten kurtulmaları için doğrunun ortaya çıkmasını istiyorsun.

Bu çok önemli. Kız arkadaşım bu Trump işiyle ilgili çok endişeliydi. İlk gün depresyondaydı. Buraya, Meksika’ya beni ziyarete gelmişti. Ağlıyordu. İkinci gün konuşabildik. Çok mutsuzdu ve dedi ki: “Herkesin çiçekler dağıttığı, birbiriyle çok iyi anlaştığı ve liberalizm rüyası olarak adlandırılan bir şeyi yaşıyormuşuz. Ama artık işlerin böyle yürümediğini anlayabiliyorum.” Bence askere çağırmanın iyi bir yolu. O kaba insanların yorgun olduğunu düşünüyor musunuz? Hayır. Korkuyorlar, bir de onları manipüle eden piçler var.

İşlerin ne kadar kötüleşebileceğini hayal etmek konusunda çoğu insandan önce davrandın.

Hayal etmedim. Bu hayal değildi. İnsanlar bundan bahsediyordu, yalnızca ana akımda değil! Başka şeylerle meşguldük, ancak güncel ve önemli meseleler bunlar. Başkanlık seçimleri öyle değil.

Bilmiyorum dostum, başkanlık seçimleri de epey önemli.

Ama bu bir süreç olmalı. Amerikan aklının bir yılını gasp etmemeli. Amerikan aklının hayal gücü, her dört yılın birini kapsayan bu geçit töreninde tamamen gidiyor. İki insana odaklanmanın bir yolu da bu. Bunu biraz korkunç buluyorum. Dünyayla, orada olan bitenle ilgilenmeli ve “Arkadaşlar, ne yapmayı öneriyorsunuz?” sorusunun cevabını çözmeliyiz. Yoksa iş “Hayır, o kadın daha kötü!”, “Hayır, o adam daha kötü!”, “Hayır, o adam daha kötü!”, “Hayır, o kadın daha kötü!”ye dönüyor.

Bugünlerde izlediğinde Children of Men‘le ilgili ne düşünüyorsun?

Bir filmi bitirdiğimde bir daha asla izlemediğimi bilmeni isterim.

Yani filmi 10 yıldır görmedin?

Aslında bu tam olarak doğru değil çünkü İtalya’da bir festivalde bana bir ödül verilmişti ve çocuklarım da oradaydı. Bana ödülü verdiler sonra da film gösterimi oldu. Çocuklarımı almaya gittim, onlar da salondan çıkmak istemedi. “İyi” dedim, “Ben sizi dışarıda bekliyorum.” Kabul etmediler. Beni filmi onlarla birlikte izlemeye zorladılar. Bu bir buçuk yıl önceydi.

Tekrar izlerken ne düşündün?

İlginçti. Başka birinin filmini izliyormuş gibi izledim. Biraz tuhaf olduğunu düşündüm.

En iyi çalışan yeri neresiydi? En gurur duyduğun kısmı neydi?

Onu ben bilemem. Her filmimde sevdiğim ve nefret ettiğim şeyler var. Ama o filmle ilgili şöyle bir durum da vardı, yayınlandığı tarihte izleyen tek seyirci başka bir filme bilet kalmadığı için gelen bir adamdı [Gülüyor].

Tamam tamam, benimle dalga geçmene gerek yok.

Doğru söylüyorum, inan bana doğru söylüyorum. Böyle bir şeyin olduğunu söylemişlerdi bana. Battığın zaman battığını bilirsin. Eleştirileri pek okumam, ama tatsız eleştiriler olduğunu öğrenmiştim. Çok zor bir süreç olmuştu. Filmden tamamen kopuyordum. Sonra bir şeylere aday oldu, arkadaşlarım da aday oldu. Ben de dedim ki: “Peki.” Arkadaşlarımla partiye katıldım. Sonra filmden çok arkadaşlarım ve partiyle ilgilenmeye başladım.

Bir zafer turu atmadığını duymak üzücü.

Yalnızca bitirmek ve yoluma devam etmek istiyordum. Filmi izleyen üç kişiyle de doğru iletişim kuramadığım için üzülüyordum çünkü “Hmm evet, şu bilim kurgu işi pek benlik değil” gibi eleştiriler vardı. Ama sonra yola devam ediyorsun. Cehennem gibi yıllarımı atlattım. Sonra arkadaşlarım ve ajansımdan yazılar gelmeye başladı. “İkinci izlemede çok daha iyiydi” gibi şeyler söyleyen yazılar. Children of Men‘le gurur duydum. Her şeyden çok da yapılan araştırmayla gurur duydum.

Başka hiçbir şey olmasa bile bir şeyler öğrendiniz.

İşte onu çok iyi yaptık.


[i] Chia tohumu ve hindistan cevizi suyuyla yapılan alkolsüz bir kokteyl.
[ii] Londra’nın Westminster ilçesinde bir sokak.
[iii] Children of Men‘de yer alan, mülteci haklarını savunan militan grup.
[iv] Children of Men‘de yer alan, kısırlığı tedavi etmeye adanmış bir grup.


*Bu yazı, Can Koçak tarafından Abraham Riesman’ın Vulture için Alfonso Cuarón ile yaptığı röportajdan çevrilmiştir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et