1970’te bir cuma gününe denk gelen 13 Şubat’ta, Birmingham’dan küçük bir grup kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini yayımladı: Black Sabbath. Albüm, çok kısa bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri’ni salladı. Lester Bangs isminde yıldızı parlayan bir müzik eleştirmeni de Rolling Stone dergisinde yayımlanacak beş paragrafını tamamlamak üzere gecenin geç saatlerinde daktilosunun başında oturdu. Bangs’in kaleme aldığı 575 kelimenin biri bile pozitif değildi, baştan aşağı hit bir iş çıkarmıştı. Grubun vokalisti Ozzy Osbourne incelemeyi okumadı. Müzisyenlerin hepsi incelemeleri okumadıklarını söyler, ama disleksik olan Osbourne belki de dürüst olan tek kişiydi. Ancak grup arkadaşları “zırva”, “hayal kırıklığı” ve “edebi değeri olmayan art arda laflar” gibi kelimeleri alıntılayarak mutlaka ona anlatmıştır.
“Bangs 12 yıl sonra yalnızca 33 yaşındayken öldü ve birçoklarının ondan dahi olarak bahsettiğine tanık oldum,” diyor Osbourne çok uzun zaman sonra yazacağı 2010 tarihli otobiyografisi I Am Ozzy’de. “Yine de düşününce, onun da başka bir kendini beğenmiş s.k kafalı olduğuna eminiz.”
Bangs, Black Sabbath nefretinde yalnız değildi. Albüm geniş kitlelerce yerin dibine sokulmuştu. The Village Choice için yazan Robert Christgau albüm için “nekromansi saçmalığı” dedi. Bir eleştirmenin yazdıkları gitarist Tony Iommi’yi o kadar sinirlendirmişti ki Glasgow’da bir otelde karşılaştıklarında, Osbourne’un anlattığına göre “yumruğunu öyle bir salladı ki herif kendini hastanede buldu”.
Tabii zaman Bangs ve emsallerini haksız çıkardı. Albüm, eleştirilerdeki fikir birliğine meydan okudu ve milyonlarca kopya satmaya devam etti, üstelik çoğu zaman heavy metal’in doğuşu olarak nitelendirildi. Üstelik Rolling Stone bile yıllar sonra hatasını telafi ederek “Tüm Zamanların En İyi 500 Albümü” listesinde albümü 238. sıraya yerleştirdi.
Öyleyse neden olumsuz yorumlar Black Sabbath’ı Iommi’nin bir eleştirmeni suratından yumruklayacağı kadar ve kırk yıl boyunca bu kelimeleri Osbourne’un üzerine yapıştıracak kadar rahatsız etmişti? Basit. 1970’te – yani internetten, MTV’den ve uydu radyosundan çok önce bir dönemde – albüm incelemeleri müzik takipçileri için önemli bir bilgi kaynağıydı. İncelemeler fikir oluşturabilirdi. İncelemeler albüm satabilirdi.
Yine de Bangs son röportajında bir eleştirmen olarak sahip olduğu gücü hafife almıştı. “Şunu kabullenelim, eğer bir şarkıyı radyoda duyarsanız bu sizi, okuyacağınız herhangi bir şeyden çok daha fazla o albümü almaya teşvik edecektir. Özellikle de insanların artık okumadığını düşünürsek.” Biraz da haklıydı – bir müzik eleştirmeninin en büyük rakibi her zaman dinleyicinin kendi lanet kulakları olmuştur. Beyniniz size bir şarkının iyi olup olmadığını söyleyebilirken neden gazetedeki künyesine saklanan kaypak ve züppe birinin dediklerini ciddiye alasınız ki? Bangs’in bilmediği bir şey vardı ki o da o öldükten onlarca yıl sonra dinleyicilerin her şarkı, her albüm, hatta kaydedilmiş her notaya sadece bir butona dokunarak ulaşabileceğiydi.
Biz Bangs’in hiçbir zaman göremediği o çağda yaşıyoruz. Bize müzik sunmak için rekabet eden yeterince fazla servis mevcut, birkaç tanesini söyleyecek olursak Spotify, Pandora, YouTube, Apple Music, Tidal, Google Play, Amazon Prime, Rhapsody, 8tracks, Soundcloud ve Bandcamp’i sayabiliriz (ki burada yasadışı download pazarından bahsetmiyoruz bile) – ve bunların hepsini dinlemek yüzlerce bin yıl alacaktır. Bu durumda, yayımlanır yayımlanmaz ücretsiz olarak parmaklarımızın ucunda kendi kişisel yargımız için hazır ve nazır bulunan bu kadar çok yeni albüm varken, merak etmekten kendimizi alıkoyamayız: Gerçekten hâlâ albüm incelemesine ihtiyacımız var mı?
Girlie Action’da bir gazeteci olan Pam Nashel Leto şöyle diyor; “Basılı medya alemin kralıyken albüm incelemeleri puzzle’ın çok kritik bir parçasıydı, ağızdan ağıza yayılma, radyo ve video kanallarıyla birlikte.” Leto 1998’den beri bir müzik gazetecisi olarak çalışıyor ve Elliott Smith, Spiritualized ve The White Stripes’ın tanıtımlarını yaptı. “Bu zamanlarda albüm incelemeleri epey bir ağırlık taşıyordu, SPIN, Rolling Stone, The Source, Magnet veya The New York Times gibi dergi ve gazetelerdeki pozitif incelemeler okuyucuları meraklandırmak için, onları gerçek bir plak dükkanına gidip o albümü satın almaya teşvik etmek için hatta bazen albümden henüz hiçbir şarkıyı dinlemeden o grubu gidip canlı izlemeye ikna etmek için yeterliydi.”
Basılı medyanın önemi azalmaya başladığından beri, Leto gibi gazeteciler müzik sektöründe başka bir yerde rağbet görmeye başladılar, yani internet. İnternetin yükselişi basılı incelemeleri öldürürken ya da en azından birkaç ayakta kalan fiziki yayının arka sayfalarına mahkum etmişken, aynı zamanda yeni model bir eleştirmeni de dünyaya getirmişti: Blogger.
2000’lerin başında, gazeteler ve dergiler gönülsüzce de olsa online formatlarına geçiş yaparken, müzik incelemeleri ve yayını hala çok eski bir Web 1.0 modeli üzerinde fonksiyon gösteriyordu. Websiteleri statik objeler olarak varlık gösteriliyordu, güç hâlâ belli bir merkezdeydi ve hala tapu sahipleri vardı – albümlere ve basın bültenlerine halkın geri kalanından önce erişimi olanlar. Genellikle, yorumlar bölümünde çöpleri karıştırmak istemedikleri sürece, okuyuculardan gelen pek bir şey yoktu.
Blogların popülaritesi gitgide artarken, sıradan insanlar, bir aralar sadece eskiden beri süregelen yayınların elinde tuttuğu eleştirinin gücünü çalıp kendi ellerine alma fırsatını yakaladılar. Pitchfork ve Buddyhead gibi, ikisi de 90’ların sonuna doğru sıradan kişilerin evlerinden yürüttüğü projeler olarak yola çıkan webzinler, sansürsüz, tecrübesiz ve öznel müzik analizleriyle, ticari olarak desteklenen Rolling Stone ve SPIN’i tehdit edecek biçimde takipçi çekmeye ve önem kazanmaya başladılar. Bunlar editör, redaktör ve tuğla ile harçtan oluşan ofis gerektiren eski müzik gazeteciliği dünyası için bir muadil niteliğindeydi. Küçük ölçekli ve basılı fanzinlerin aksine, bu sitelerin dünyaya erişme potansiyeli vardı. Oyun alanları yerle bir olmuştu ve artık birdenbire, müzik eleştirisi internet bağlantısı olan herhangi bir yatak odasındaki herhangi bir blogger tarafından yapılabilir bir hale gelmişti.
Takip eden on yılda bu blogların bazıları yasallaştırıldı, örneğin Pitchfork yakınlarda Condé Nast tarafından satın alındı. Fakat on yılı aşkın bir süredir albüm incelemeleri için altın standardını elinde tutan Pitchfork bile, avantajını insanların gerçek zamanlı olarak fikirlerini paylaşabildikleri Twitter gibi sosyal medya servislerine kaptırmaya başladı.
Pitchfork için 2007’den beri albümleri inceleyen Ian Cohen, “Pitchfork’tan Best New Music etiketini alıyorsun ve birdenbire kariyerin çöküşe geçmeye başlıyor, bence bu ölüm demek,” diyor. Cohen, 2000’lerin ortalarında patlayan indie rock furyasına ait ve dönemin parıltılı Pitchfork incelemesinin Midas dokunuşundan nasibini alan gruplardan söz ediyor. 2004 ve 2005 arasında sitenin gıpta edilen Best New Music etiketini alan Broken Social Scene, Arcade Fire ve Clap Your Hands Say Yeah gibi gruplar, hemen ardından albüm satışları ve izleyicilerinde bir artış gözlemlediler. Bu başarı muhtemelen doğrudan Pitchfork yorumlarına verilebilir. Site ve sanatçılar arasında karşılıklı fayda sağlayan bir ilişki vardı. Pitchfork, sürdürülebilir bir kariyer sahibi olacak grupları seçip parlatıyordu ve karşılığında da Pitchfork, cool müziğin bilge ve kültürlü trend öncüsü, kanaat önderine dönüşüyordu. Fakat şimdi ise tehlikeli seviyede hızlı biçimde çevrimiçi olarak gerçekleşen kültürel sohbetlerle, bu dinamik de değişmeye başlıyor.
“Geçenlerde yeni Pitchfork’un Twitter’da konuşan çocuklar olduğunun bahsine kulak misafiri oldum” diyor Cohen. “Eğer yeni bir Arcade Fire, eğer yeni bir Broken Social Scene, eğer yeni bir Clap Your Hands Say Yeah varsa, bu, Pitchfork bunun hakkında bir şey yapmadan önce fark edilecek.” Artık Pitchfork veya herhangi bir sitenin incelemesi, bir sanatçının başarısı için şart değil.
Daha önce yine Pitchfork için albüm inceleyen Meaghan Garvey de buna katılıyor ve “Trend öncüsü denen terim ne kadar klişe olursa olsun, bence artık trend öncüleri eleştirmenler veya yazarlar değil,” diyor. “Albümün bir incelemesini okuyup bitirebileceğin sürede albümü üçüncü kez dinlemiş olabilirsin. Yazarların büyük içgörüleri veya ileri görüşlülükleri, sınırları zorlayan yetenekleri olduğu söylenemez. Onlar şu an muhtemelen Twitter’da milyonlarca takipçisi olan ve onlardan çok daha cool olan herhangi bir 18 yaşındaki ergenle kovalamaca oynuyorlar.”
Trend öncüsü olarak öne çıkmak isteyenlerin, seslerinin duyulduğundan emin olmak için yeni stratejiler benimsemesi gerekiyor. Örneğin Anthony Fantano, bir müzik blogu ve NPR’a bağlı bir podcast yürüttüğü iki yol boyunca çok az yol kat edebilmişti. Eleştirmen özentilerinin sonsuz yığınında fark edilebilmekte güçlük çekiyordu. Müzik gazeteciliği kariyeri sayfasını kapatmadan hemen önce son bir şey denedi. Oturma odasına bir dijital kamera yerleştirdi, yüzüne en yakın olacak biçimde yöneltti ve fikirleri kafasından fışkırtarak, albümleri video formatında incelemeye başladı. Şu an YouTube kanalı The Needle Drop’ta 1 milyona yakın abonesi var, modern müzik eleştirisinde en ilham verici seslerden biri haline geldi.
“İnternet neyin popüler olacağı konusunda müzik endüstrisini demokratikleştirdi, aynı zamanda müzik gazeteciliği endüstrisini de demokratikleştirdi” diyor Fantano. “Herhangi bir yerden herhangi biri bir albüm hakkındaki fikirlerini belirtebilir. Bana göre şu an incelemeler ve fikirler dünyası daha çok bir meritokrasi”.
Müzik eleştirisi kişiselleştirilmiş bir operasyona dönüşmüş olsa da, bunun kötü tarafı ise şu ki çok fazla ses dikkat çekmek için vahşice bağırıyor, bu da amatör fikirler ve zehirli söylemlerle dolu sahici bir çöplük çukuruna dönüştü. Ücretsizden düşük maaşlıya uzanan bir skaladaki “clickjockey”ler, öfke ve isyan yaratanlar ve online dediğim dedikçilerin iç içe geçtiği bu yeni jenerasyonun başı çekmek için sürekli birbiriyle itiş kakış içerisinde olmasının, profesyonel eleştirmenin ölümünde büyük rol oynadığı ve sanatın kolektif geri bildirimini geçti / sınıfta kaldı veya klasik / çöp seviyesine düşürdüğü söyleniyor.
“İncelemelerin şu an hizmet ettiği amaç bu içerik döngüsünde sonuçlanmış gibi görünüyor” diyor Garvey. “Müzik incelemelerine en çok cevap verenler yine başka eleştirmenler, ya yazara yalakalık yapmak, ya patronluk taslamak, ya da Twitter’da sıkıldıklarında çene çalmak için. Bu da bir albüm incelemesinin olduğu, bu albüm incelemesi hakkında fikirlerin olduğu ve bütün bunların hakkında Twitter’da 48 saatlik konuşmanın olduğu mega döngüsel bir şeye dönüşüyor. Artık sanki doğru insana erişmiyor gibi.”
Müzik gazeteciliği kara deliğinin çıldırtıcı derece dar bir hâl aldığının bir örneği olarak, Brooklynli grup Wet’i ele alalım. Pitchfork grubun ilk albümü Don’t You hakkında bir inceleme yayımladı. İnceleme çok kabaydı ve albüme tokat niteliğinde bir 4.0 puanı veriyor ve grubun bir endüstri oyunu olduğunu, canlı showcase’ler, BBC1 çalma listeleri ve Khloe Kardashian’ın Instagram hesabındaki görüntülerle desteklendiğini söylüyordu. Hemen akabinde Genius websitesinden iki editor Pitchfork’un bu incelemesiyle ilgili dipnotlardan oluşan bir inceleme yayımladı ve ilk incelemenin fikirlerini azarlayıp Wet lehine tartıştı, fakat Wet’in bir endüstri ürünü olduğuna dair komplo teorisini gidermek adına pek bir şey içermiyordu. Durun, daha bitmedi. Bu incelemenin de yayımlanmasından ve müzik yazarlarının Twitter’da bu onların rızkıymışçasına tartışmasından sonra, Jezebel de durumun aldığı hali yeniden özetleyen bir blog postu yayımladı. Tek istediği yeni bir grup hakkında bir şeyler öğrenmek olan sıradan bir müzik dinleyicisinin bu içerik çukurundaki tartışmayı takip edeceğine inanmak güç, hele ki tartışma albümün nasıl tınladığına dair bir şeyler söylemeyi çoktan bıraktığından beri. Fakat durun! Bu online gazetecilik inception’ının bütün katmanlarına geri dönmeden önce, bütün hikâyenin, müzik eleştirisiyle ilgili bu makalede yeniden özetlendiğini belirtmekte fayda var. Belki de birisi bu makaleye de bir cevap makalesi yazacak. İçerik sektörünün fıtratında var bu.

Wet’in olumsuz incelemesinin internet sarmalını bok atma moduna sokması şaşırtıcı değil. Açıkça olumsuz albüm incelemeleri git gide artan bir durum. Albümlerin, filmlerin ve bilgisayar oyunlarının aldığı yorumları kümeleyen bir site olan Metacritic, basından gelen geri bildirimleri renklere ayrıştırıyor. Yeşil renk, yüzde 61 ve daha fazlasını alan genellikle olumlu incelemelere işaret ediyor. Sarı, yüzde 41 ve fazlasını alan vasat notları tanımlıyor. Kırmızı ise, yüzde 40’tan daha düşük kötü notları. 2013 ve 2015 yılları arasında, bir albüm bile kırmızı kümesine düşmemişti. Bu üç yıllık periyod boyunca yayımlanan bütün albümler eleştirmenlerden iyi veya karışık yorumlar almıştı. Kırmızı bölgeye giren bir albüm bulmak için 2012’ye kadar gitmeniz gerekiyordu, bu da Chris Brown’un Fortune’uydu. Ki bu yorumlar bile albümün müzikal kalitesinden dolayı değil, Brown’un suça karışmış geçmişi ve eski kız arkadaşı Rihanna’ya olan saldırısı yüzündendi. Özetlemek gerekirse, bir müzisyen, başka bir müzisyeni darp etmediği sürece, gönülsüzce yazılan en azından ortalama notlar alacağından emindi.
Karşılaştırmak gerekirse; yayın tarihleri, satışlarına bağlı, yani insanların evlerinden çıkıp cüzdanlarını açmalarına bağlı bir mecra olan film dünyasında, eleştirel inceleme doğrusu hala çok geniş. Metacritic’te hiçbir albümün kırmızı bölgeye düşmediği aynı 2012 ve 2015 yılları arasında, yayımlanan filmlerin %17.75’i yani 436 film kırmızı bölgedeydi (bunlardan biri de Chris Brown’un başrolde olduğu bir breakdance filmi olan Battle of the Year’dı).
Peki, albüm incelemeleri neden hep bu kadar yumuşak ve ılımlıydı? Buna dair cevaplardan biri, tık-dostu ve reklamlara bağımlı mevcut müzik gazeteciliği ve online yayınların sanatçılara borçlu ve minnettar olmasıydı. Five Seconds of Summer’ın 10 milyon takipçisi olan resmi Facebook sayfasında bir makale paylaşması örneğin, web sitesine muazzam trafik veriyordu. Makalenin yazım dilinin ne kadar vasat veya boş olduğu hiç önemli değil. Bir grubun bir paylaşımı veya retweet’i onların fanatik hayranlarının binler halinde siteye akın etmesi demek. Bu da sitenin aylık trafik sayılarını yükseltip, siteye reklam verenlerin iştahlarını kabartıyor. Yani sitelerin incelemelerinde pozitif sularda yüzmesi, özellikle meşhur sanatçılar söz konusu olduğunda, sitenin çıkarına en uygun hareket oluyor.
Bu da, popüler kültüre olan önyargının yıkılıp umutların artmasında en büyük paya sahip durum. Eleştirmenler, ezilenlerin ve ismini duyuramayanların hakkını teslim etmek yerine, müzikte kazananların yanında durmayı tercih ediyor. Böyle olunca da Katy Perry ve Taylor Swift gibi isimler günlük müzik içeriği döngüsünü domine ediyor; onların kültürel etkisi hakkındaki yorumlardan, Instagram’da paylaştıkları kedilere uzanan korkunç listeler veya Justin Bieber gibi heyecanlı ergenlerin önemli müzik sitelerinde yılın en iyi şarkıları listelerinde birinci sıraya yerleşmesine kadar. Bu dokunulmaz isimlere dair muhalif ses çıkaran herkes ise ya tık avcılığıyla, ya troll’lükle ya da düz bir biçimde dangalaklıkla suçlanıyor. Saul Austerlitz, the New York Times’ta yazdığı yazıyla “poptimizm”in* etkisini efsanevi bir biçimde alaşağı ediyor: “poptimizm, müzik eleştirisini güncel ve alakalı tutarak tanıdık olunanı kucaklıyor. Tık kültürü, popüler isimlerin basında daha çok yer kapladığı, böylelikle daha popüler olduğu, böylelikle daha da çok basında yer edindiği ve daha da popüler olduğu kapalı bir sistem yaratıyor. Fakat eleştirinin sadece onay mührü olmaması, okuyuculara meydan okuması ve onlara cesaret vermesi gerekirdi.”
Websiteleri için, ziyaretçi trafiğinin getirdiği ödüllerin yanında, sanatçılarla ilişkilerini iyi tutmak için başka motivasyonları da var. Websiteleri ve onların marka derebeyleri her zaman jestlere ihtiyaç duyacak – SXSW showcase’lerinde çalacak veya ödül gösterilerini sunacak sanatçılar, pop-up reklamlar verecek plak şirketleri, veya bir fast food zincirinin arabaya servisinde paparazziler tarafından sarhoş yakalanan sanatçısının imajını düzeltmek için büyük röportajlar ayarlayan halkla ilişkilerciler. Kiliseyle devlet arasındaki o ince çizgi, bütün bu kamera arkası pazarlıklar söz konusu olunca iyice belirsizleşiyor.
Birçok site incelemelerden uzaklaşmış bulunuyor. Ben Westhoff 2011’de LA Weekly’nin müzik editörü olduğunda verdiği ilk emirlerden biri albüm incelemelerinin neredeyse tamamına son vermekti. “Hemen hemen hiç kimse onları okumuyordu” diyor Westhoff. “Diğer bir mesele ise müziği kelimelerle tanımlamanın neredeyse imkansız olması. Bir sesi tanımlamak için paragraflarca yazabilirim ama bu hala şarkının kendisinin bir iki saniyesini dinlemekle karşılaştırılamaz.”
Yeni yayımlanan işlerin büyük bir çoğunluğunu prömiyerler kaplamaya başladı. Bir albümün yayımlanmasına haftalar kala, sanatçılar albümünün tanıtımını bölük pörçük yapmaya başlar. İlk şarkının prömiyeri, ikinci şarkının prömiyeri, klipler, üçüncü şarkının prömiyeri, albüm kapağı tanıtımları, dördüncü şarkının prömiyeri ve çok daha fazlası. (Bir keresinde bir müzik klibinin özel GIF’lerinin prömiyeri teklifi bile almıştım, ki hepsi bile değildi. Başka bir web sitesine ise hepsinin prömiyerinin sözü verilmişti.) Yine de prömiyerler, albüm incelemelerinin eleştirel derinliğine sahip değiller. Bunlar çoğunlukla sanatçının biyografisinden ibaret, veya en fazla bulabileceğiniz şey websitesine bağlı olarak, sanatçının söylediklerinden alıntılar yapan ve ön satış linklerine yönlendiren iki-üç cümlelik paragraflar daha oluyor.
Prömiyerlerle beraber gelen bir de takas ticareti var. Sanatçının basın ilişkilerine bakan kişi onun bütün hayran kitlesini o web sitesine yönlendirmeyi kabul ediyor, karşılığında da websitesi yazdığı her şeyde pozitif sularda kalıyor. Büyük web sitelerine günde kaç tane prömiyer teklifi geldiğine dair bir fikriniz olması için şunu diyebilirim: Gelen kutumda “prömiyer” kelimesini arattım ve bilgisayarım aniden alev aldı. Hemen ardından bu alev almanın bir GIF’ini yayımlamak isteyip istemeyeceğime dair yeni bir e-posta daha aldım.
Kemik hayran kitlelerine sahip büyük sanatçılar prömiyer takasında gücün onların ellerinde olduğunu düşünüyorlar, fakat bu fazla uzun bir süre daha geçerliliğini koruyamayacak. Beyoncé gibi mega ünlü isimler Noel sabahı 03.00’te sürpriz bir albüm yayımlayıp, bunun haberini ilk önce yapmak isteyen müzik bloggerlarını hala kedilerine takılıp düşecek kadar heyecanlandırabilir. Fakat orta seviye gruplar kendi güvenli alanlarında kalmayı tercih etmeye başladılar bile. Örneğin Say Anything grubu geçen gece sürpriz bir albüm yayımlayıp albümü sadece kendi web sitelerinde dinlemeye açtılar. Böylece dinleyicilerin şarkıdan şarkıya atlamasının veya tamamı bitmeden diğerine geçmesinin önüne geçtiler. Grubun solisti Max Bemis albüm hakkında şöyle diyor; “Seslerin garip bir biçimde bir araya geldiği ve bu yüzden de en iyi bir bütün halinde fonksiyon gösteren bir albüm oldu. Albümü parçalar halinde duymak insanların kayıt hakkındaki beklentilerini allak bullak ediyor. Bazı insanlar ilk şarkıyı beğenmediğinde bütün bir albümü gözden çıkarabiliyorlar.”
Müzik eleştirileri yalnızca sanatçıyı tatmin etmek için değil, aynı zamanda onların büyük gazabından imtina etmek için de pozitif kalmayı tercih ediyor. Sanatçılar sosyal medyada daha aktif oldukça, kötü eleştiriler yayımlayan basına savaş açmak gibi bir eğilim ediniyorlar. Eleştirel analizlerinde hâlâ dürüst kalmayı tercih eden Cohen, Garvey, Fantano gibi yazarlar da sorarsanız söyleyecektir. Hakkında yazılan kötü bir incelemeden rahatsız olan bir sanatçının Facebook ve Twitter’da eleştirmenin adını hedef göstermesi hiç de az rastlanan bir durum değil. Evet, sanatçılar kesinlikle o incelemeleri okuyorlar.
The Gaslight Anthem’in solisti Brian Fallon, “Sanatçılar bu incelemeleri okuyan tek kişiler olabilir diye düşünüyorum,” diyip bir kahkaha atıyor. “Sanatçılar, plak şirketindeki sorumluları, halkla ilişkilerciler ve menajerler, evet onlar incelemeleri okuyor. Ama gerisi hayır. Eskiden turnedeyken dergileri getirip imzalatmak isteyen çocuklara denk gelirdim. Artık yıllardır böyle bir şey başıma gelmiyor.”
Fallon’un son albümü Get Hurt, Pitchfork’ta Ian Cohen tarafından sertçe eleştirildi ve Fallon üzüntüsünü kendine saklamaya tercih ederken, olumsuz yorumdan da diğer bütün sanatçılar gibi rahatsız oldu. İncelemeyi tamamen hafızasından kelimesi kelimesine alıntılayabilirdi. Fallon şöyle diyor; “İyi incelemeleri neredeyse hiç hatırlamıyorum. Sanırım bu da sanatçı insanların genellikle fazlasıyla kendilerinin farkında olma eğilimlerinden kaynaklanıyor. Bir oda dolusu mutlu insanla bir arada olabilirsiniz ve tek hatırladığınız “çok kötüsün adamım!” diyen tek bir kişi olur.”
Bütün sanatçılar Fallon gibi çenesini kapalı tutmuyor gerçi. Future of The Left’in solisti Andrew Falkous da örneğin 2012 tarihli albümüyle yine Cohen tarafından Pitchfork’ta yayımlanan bir incelemede topa tutulmuştu ve buna kendi blogunda satır satır cevap veren bir yazı yazdı, biz sadece “stupid cunt” kısmını alıntılayalım. Bir röportajında ise Falkous bana şöyle açıklamıştı: “Bunun tek sebebi o incelemenin diğer bütün incelemelerden yedi veya sekiz gün önce yayımlanmasıydı. Entelektüel olarak açık fikirli insanlar bile eleştiriden veya ‘hype’tan rahatlıkla etkilenebiliyorlar. Orada anlattığınız bir hikâye var ve bu erken kurulan cümleler insanların bakışını etkileyebiliyor. Bu yüzden olaya hızlıca müdahale edip küfretmenin gerekli olduğunu düşündüm.”
Bu sadece rock müziğin başına gelmiyor. Rapçiler de çok defa eleştirmenlere savaş açmıştı. Wale, Complex’i “Yılın En İyi 50 Albümü” listelesinde ona yer vermedikleri için tehdit etmişti, ve 2015’te de Talib Kweli, albümü Indie 500’ı inceleyen Pitchfork’un incelemesini incelemiş ve 3.6 vermişti.

Ian Cohen şöyle diyor; “Bazı sanatçılar sanıyor ki Pitchfork, SPIN veya herhangi bir yayını şakşaklayarak kazanmış, muhaverenin seyrini kontrol etmiş oluyorlar”. Fakat sanatçılar, eleştirmenlerle beraber son sözü paylaşarak kazandıklarını düşünüyor olsalar bile, kendi sanatlarını hafiflettikleri düşünülebilir. Albümlerinin etrafında şekillenen ve viral olabilecek güce sahip, tıklanabilir skandallar yaratarak, albüm hakkındaki tartışmaların yönünü albümün kalitesinden uzaklaştırıyorlar. Bundan beş yıl sonra rap dinleyicileri Wale’in albümüne dönüp tekrar baktıklarında sizce müziği mi hatırlayacaklar yoksa tehdit telefonları hakkında yapılan espriler ve “meme”leri mi?
Etkili bir cevap vermek için 1600 kelimelik bir blog paylaşımı da yeterli olmuyor. Bir müzisyen herhangi bir tweet’teki basit bir “@” kullanımıyla harekete geçen binlerce hayranıyla, bir eleştirmenin bütün haftasının içine tükürebilir. Bazen bu masum ve zararsız olup ortak bir diyaloğa bile yol açabilecekken, bazen de sivil söylemin ötesine geçip inanılmaz boyutlarda kişiselleşebilir. Kadın eleştirmenlere yöneltiğinde ise bilhassa çirkinleşebilir. 2010’da Lynn Hirschberg The New York Times Magazine’e M.I.A. hakkında yazdığında, herkesin bildiği üzere M.I.A.’nin cevabı, Hirschberg’ün telefon numarasını tweet atıp hayranlarını onu aramak ve mesaj bırakmak için kışkırtması oldu. Hirschberg bunu “fazlasıyla çileden çıkarıcı ama hiç de şaşırtıcı değil” şeklinde tanımlıyor.
Müzik dünyasında incelemelerin daha az olumsuz bir hal almasının sebebi belki de gayet basit bir biçimde eleştirmenlerin gayet güzel geçen bir gününü binlerce yumurta avatar tarafından linç edilerek geçirmek istememesidir. Garvey, Future Brown’un albümünü vasat olarak tanımladığı yazısından sonra grubun hayranlarının Twitter ve Facebook’ta ona yaşattıklarını örnek veriyor. “Özel hayatım hakkında detayları kazıyıp çıkarıyorlardı ve bu iyice saçma sapan ve çocukça bir hal almıştı. Yine de belki de eleştirmenlerin böyle ara sıra sarsılıp güç dengesini hatırlamaları iyidir.”
Sanatçılar ve eleştirmenler dijital dünyada bu bir ileri bir geri oyununu oynayarak ve küçük tehdit stratejileriyle dürüst müzik eleştirisinin bütünlüğünü ve güvenilirliğine çamur atarak, müzik dinleyicilerini boşanmış ebeveynler arasında kalmış çocuk durumuna sokuyorlar. Albüm incelemeleri hâlâ sanatçılar, yazarlar ve basın ilişkileri yürütenler için önemli çünkü her gün bunlarla uğraşanlar onlar, fakat ortalama bir dinleyici hala önemsiyor mu? Rough Trade’in New York şubesinin Pazarlama müdürü Andy Larsen’e göre, hem evet hem de hayır.
“Dükkanın durduğu noktadan bakacak olursak, Pitchfork’ta veya başka bir yerde “Best New Music” etiketi veya yüksek puan verilen albümlerin daha çok sattığını görebiliyoruz. Müşteriler açık bir biçimde iyi eleştiriler alan albümleri araştırıyor ve dükkandakilere buna yönelik sorular soruyor. Fakat bir yandan da bazı satışlar “inceleme-geçirmez”.** Bazı sanatçılar eleştirilerin ötesinde bir noktada, bir blogda veya dergide iyi veya kötü yorumlar almaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Eğer sadık ve yerleşik bir hayran kitleleri varsa, en kötü yorum bile onların canını yakmıyor.”
Özetlemek gerekirse, yazının hâlâ bir satış gücü kalmış durumda ve albüm incelemesinin öldüğünü telaffuz etmek için henüz biraz erken. Fakat yine de bir sürü AOL floppy disklerin, Blockbuster üyelik kartlarının ve Hot Hot Heat CD’lerinin gömülü olduğu bir mezarda can çekişiyor. İnceleme, tıpkı müziğin kendisi gibi, internetin arsız pezevenkliğiyle en düşük standartlarına çekilmiş bir sanat formuna dönüşme riskini taşıyor.
Fakat belki de bu insanların başından beri eleştiriden beklediği şeydir – zaten bildikleri şeylerin hatırlatılması, zaten uzun zamandır sahip oldukları fikirlerin güçlendirilmesi ve hiç meydan okunmadan mutlu bir biçimde kafalarıyla onaylayarak sevdikleri şeyler hakkında pozitif kelimeler okumak. Orada bir yerlerde her zaman iyi müzik olacak. Fakat geleneksel müzik eleştirisinin bu demokratikleşip sulanması ve onun eski emektar savaş atı olan albüm incelemesi sağ olsun, siz, dinleyiciler, tamamen kendi başınıza, kendi fikirlerinizin insafına bırakılmış durumdasınız. Hepsi bir yana, eğer Lester Bangs bunu yapabildiyse, siz de yapabilirsiniz.
Bu yazı Dan Ozzi’nin Noisey’de yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.
Ç.N. Poptimizm: “pop” ve “optimizim” kelimelerinden oluşturulmuş bir tabir. Bir popüler kültür ürününün de aslında elle tutulur ve anlam derinliği olan bir şeyler söyleyebileceği anlamına geliyor.
Ç.N. Review-proof, birebir çevirisi bu oluyor ancak tabirin yaratıcılığına şapka çıkarmak istiyorum.