“Naif bi’ şeyler” diye adlandırdıkları türde müzik yapan ve 2014’ün başında Uzakta adlı ilk EP’sini yayımlayan Alarga, Çağın Kırca (vokal, gitar), Cansu Turgut (klavye), Ozan Özgül (bas), Hakan Karaaslan (trompet) ve Can Sürmen’den (davul) oluşuyor. Grubu bir arada yakalamakta zorlanınca, bir gece ansızın Çağın Kırca’yı yakaladım ve uzun bir sohbete daldım. Yer yer karşılıklı çağrışımlarla bölünen ve keyifle uzayan muhabbet benim için çok eğlenceliydi. Umarım okuyana da keyif verir. Alarga’yı YouTube üzerinden dinlemek için buraya, Soundcloud üzerinden dinlemek için ise buraya buyurunuz.
Çağın Kırca’dan başlayalım. Müzisyenlik dışında ne yapıyorsun?
Mühendislik yapıyorum. Hakikaten benzedikleri için mi bilmiyorum, müzikle yakın görmeye başladım.
Peki, müzik geçmişin?
Flamenko gitarla başladım. Ceyhun Güneş’ten gitar dersleri alıyordum. Flamenko gitar neden o kadar ilgimi çekiyordu bilmiyorum, sanırım duymaya alışkın olduğumuz ama görmeye alışkın olmadığımız bir şey olduğu için. Sonrasında baktım rock müzik dinliyorum, progresif metale saldırıyorum, o dönem de gitarla ilgili “akustikse akustik kalmalı, müzik prize takılan bir şey olmamalı” gibi nereden çıktığı belli olmayan ve aslında bana epey zaman kaybettirdiğini düşündüğüm saplantılı bir düşüncem vardı. Gidip bir tane elektrogitar alsaydım çok daha farklı gelişebilirdi işler, “ben bu müzikleri çalmak istiyorum ama gitarı elektrikle karıştırmak istemiyorum” diyerek davul çalmaya başladım. O arada flamenkocuların perküsyoncu eksiği ortaya çıktı, “ben biraz da perküsyon çalayım” diyerek uzun yıllar Mavi-Siyah Flamenko Topluluğu’nda, Ankara’da Duende’de cajon[i] çaldım. Gitar o dönemde evde tozlanan bir şeydi. Bir gün radyoda bir şarkının cover’ını duydum, bir daha da dinleyemedim bir yerde. O kadar dinlemek istiyordum ki, gitarla yeniden ilişki kurmaya başladım. Sonra çaldım, ama manasız oldu tek başına. Akorlar dönüyor aşağıda, ama onu güzel yapan üzerindeki vokal melodisi. Söyleyeyim bari biraz, dedim. Gitarla zaman geçirmeye ve şarkı söylemeye başladım. Sonra bir gün nereden niye geldiği belli olmayan bir şekilde bir şarkı geldi aklıma, “aa, bu çok keyifli bir şeymiş” dedim, yani başka bir şeymiş, farklı bir kapı açıyormuş. Başta tesadüf mü diye düşündüm, sonra fark ettim ki içimden gelen bir şeymiş.
O sıralar tek başınasın.
Evet. Aslında yıllardır benim kafama fikirler geliyormuş, eski harddiskleri karıştırdığım zaman bir klasörden şarkı sözleri filan çıktı, onların farkına vardım. Sonra bir gün farklı bir şey kovalarken “Passenger Seat” geldi aklıma. “Bu kaçmasın, bunu kaydetmek lazım,” diye oturdum kaydettim. O sırada evde kayıt imkânı da yoktu, sağdan soldan mikrofon ve ses kartı topladım. Elle tutulur bir şey olması iyi oluyor, en basit şeyi not almak gibi. Aslında ne olduğu biraz daha belli olmaya başlıyor. O sırada Ege Tülek diye bir arkadaşım dinledi şarkıyı, “Ben de böyle bir şey yapmak istiyorum, bir araya gelelim,” dedi bana. Onunla devam ederken şunun farkına vardım: Başkasıyla çalışma imkânım pek olmamış, aklımda hep bir soru işareti olarak kalmış.
Bir ara Melis Sökmen’le perküsyon çalıyordum, o da farklı bir deneyimdi. Çünkü ilk kez başkasının müzikal istekleriyle karşılaştım, fanustan çıkmamı sağladı. Ege de bunun o kadar büyük bir mesele olmadığının farkına varmamı sağladı. Başka şeyleri tetikledi, hoşuma gitti. Düzenlemelere devam ederken ben klavyeler yazmaya başladım şarkıya ve “kim çalacak bunu?” diye düşünmeye başladık. Kritik bir diyalogdu aslında bu, Ege “bas, davul var mı kafanda?” diye sordu. “Ozan diye bir arkadaşım var, iyi de basçı. Beğeniyorum, o çalar bence, hoşuna gideceğini düşünüyorum,” dedim. Ozanla hiç “hadi yapalım” dememiştik. “Davul için Can Sürmen var, Motto’da çalıyor. Tertemiz, yerli yerinde çalıyor. Garip, uçma kaçma halleri yok,” dedim. O zaman Son Feci Bisiklet var, ama Ozan ve Can aynı grupta çalmıyordu. Şu anda Ankara’da kadrolu eleman gibiler zaten, TRT’deki türkü programlarında dekor değişirken bile sabit kalan müzisyenler gibi. “Trompette Hakan var, liseden arkadaşım, onunla yaparız, daha sade olur,” dedim. Çünkü müzik de bir dil ve bunu paylaştığın insanlar olmalı ki aynen devam edebilesin. Ceyhun Abi (Ceyhun Güneş) ve Burak Abilerden (Burak Altuni) de hep bunu gördüğüm için onu paylaşabiliyor olmayı önemsiyorum.
Grup tam ne zaman kuruldu peki?
Bu muhabbetler 2013’ün başları sanırım. Biz hangi yıldayız? (gülüyor)
Burada soruları ben sorarım.
2014’te EP için toplandık, ama bu muhabbetler 2013’ün başlarında. Gece Gece’de çalıyordu Ege o zaman, “Cansu var bizde, yeni yeni başladı, klavye için onunla bir konuşsak mı acaba?” Cansu’yla tanıştık öyle. O sırada bas-davul-trompetten ziyade üç kişi (Çağın, Ege, Cansu) nasıl bir ses çıkartırız diye düşünüyorduk, çok sürmedi. O arada kendimizi Gezi’de bulmamız önemli bir etken oldu ve bunlara hiç kafa yormamaya başladık. Başka şeyler düşünüyorduk, kafamızı çok meşgul ediyordu. Bütün hissiyatları da orada dorukta yaşadığımız için sanırım, grup işi “ona bakarız, o provayı yaparız bir ara” diye diye azalarak bitti. O yaz kendi başıma devam ettim, Cansu’yla iletişimimiz koptu, Ege taşındı bir yerlere. Sonra okulu bitirdim, bir gün Ozan ve Can’la dışarıdaydık, gaza geldim bir anda “Benim şarkılara bir baksak mı acaba? Nasıl olacağını merak ediyorum, duymak istiyorum,” dedim. Kafamız iyiyken tamam dediler, lafta kalacak bir şeydi aslında. Ben de ertesi gün Cansu’yu aradım, Hakan’ı aradım. Girdik stüdyoya, hoşumuza da gitti. “E, iyi bari bir daha girelim” dedik. “Bari kaydedelim bunları,” dedik sonra. Bu kadar şarkı çıktı bir de konser mi versek, bir de cover ekleyelim, diye devam etti. Başta şöyle düşündüm: Müzikal algıyı benim farkında olduğum ve olmadığım kısımlarıyla beraber bir plaka gibi düşünürsek, sadece farkında olduğum kısmını ortaya koyabiliyorum. Biri “Abi, iyi güzel de şunu şöyle yapsak,” dediğinde, “Ulan, hakikaten bu nasıl aklıma gelmedi,” demek çok değerliydi. Hâlâ da öyle. Bu yüzden bir grup olmak istedim, bir düzenleme yapıp “Bunu böyle çalacağız,” demek sanki sohbet ederken herkese tek tek “Sen şunu mu demek istiyorsun?” gibi bir manipülasyon gibi geliyordu. O da yapılabilir tabii, ama roller değişiyor orada. Bana kalırsa grup olarak anılmak için katılımın dengeli olması önemli.
Şarkı yazan adamın her şeyi sahiplenmesiyle mi alakalı bu? “Frontman” vardır ya, illa şarkıyı yazan adam olmak zorunda değil, ama öyle olursa daha mı ön plana çıkıyor acaba?
Başlarda bana şöyle geliyordu: Ben çok güzel makarna yapıyor olayım mesela, bir kısmını senin yapmanı isteyeceksem ve benim tarifim üzerinden gideceksek, ister istemez bir kontrol manyaklığı gelişiyor. Güzel bir şey yemek istiyoruz, tarifin o bölümünü sana anlatırken kaygılar artınca ipler kopuyor: Çok biliyorsan kendin yap o zaman, niye birlikte yapmaya başladık yemeği?
2013’te İstanbul’daki Jason Mraz konserinin de senin için özel bir anlamı olduğunu biliyorum. Onu anlatır mısın?
O sırada tek başıma takılmaya dönmüştüm dediğim gibi. “Hobi olarak yine yapayım,” diye düşünüyordum. “Şarkı söylemek filan haddim değil,” demeye başlamıştım. “Arkada müziği yapan adam olayım ben, şarkıları yapayım, hep beraber söyleriz,” gibi… Jason Mraz konserine gittik o yaz. Şunu fark ettim: Önde veya arkada kimin olduğu önemli değil, adam çok eğleniyor. Kendi şarkılarını çalıyor, kendi söylüyor… Bu ayıp filan değil, böyle bir şey var ve çok güzel. “Bunu ben de istiyorum, sar bana da,” dedim. Büyük bir kırılma anı oldu benim için.
Onur Sesigür’ün “ortada bir akım mı var, nedir?” eksenindeki yazısını biliyorsun. Bir akım var mı hakikaten? Alarga buna dâhil mi?
Bir akım var, ama bu akımın bu kadar yoğun gözlemlenmesine internetin olanak sağladığını düşünüyorum. Çünkü bir önceki kuşaktan Duman veya mor ve ötesi gibi gruplar için “Nerede yahu bu adamlar?” diyorum bazen. Elbette oradalar hâlâ, bir yerlerde sürekli çalıyorlar. Ama çevrem ve dinlemeyi sevdiğim şeyler sayesinde Onur’un yazısında geçen gruplara daha fazla denk gelmeye, onları daha fazla dinlemeye başladım. Erişim kolaylığı sebebiyle sanırım, akım var ama bir sor neden var?
Cem Karaca, Barış Manço ve Kurtalan Ekspres nesli daha farklıydı. Başka şeyler anlatıyorlardı, başka dertleri vardı. Yine yakın geçmişte, 2000’lerin başında Kurban, mor ve ötesi, şimdi biçim değiştirip Bubituzak olan Çilekeş vardı. Kaldı ki, sadece “garip isimli gruplar” diye düşünürsek mor ve ötesi de yeterince garip aslında (gülüyor). Kendilerinden öncekilerle bir kontrast oluşturuyorlardı.
Şimdiki şarkı sözlerinin “İkinci Yeni” destekli olması, kafaların her konuyla ilgili o kadar net olmamasıyla da ilgili olabilir. Ama tüketimle ilgili şu da dikkatimi çekiyor, bunu 2000’lerde bu kadar gözlemleyemezdik, tabii ben on yaşında olduğum için zaten gözlemleyemezdim. Müzik üretimi 2000’lerde daha konvansiyonel şekilde ilerleyebiliyordu, gruplar prodüksiyon şirketlerinden albüm çıkarıyorlardı ve saydığım isimlerin farklı mecralarda klipleri filan dönüyordu. Yine de o kadar da popüler değillerdi sonuçta, “yetmiş milyona” hitap ettiklerini söyleyemezdik. Günümüzün grupları da belki aynı sayıda insan arasında popüler oluyor, ama şöyle bir fark var: Sen bu akşam bir şey bulsan, internete koysan, bir anda oradasın ve hatırı sayılır bir dinlenme sayısına da ulaşıyorsun. Aslında dinleyicinin samimiyeti daha tedirgin edici sanırım.
Bu yine o bahsettiğin tüketim durumuyla mı ilgili?
Evet öyle. Bilen insanlar için çok kıymetli oluyor. Ama sevmek ile popülerleşmesini istememek arasında bir dengesizlik var gibi. Bunun güzel bir örneği DANdadaDAN konserindeydi. Sekiz yıl aradan sonra geçen aralıkta toplandılar, sonra yine ne yazık ki kayboldular. Ayrı ayrı görüyoruz hala, 123’te mesela. Neyse, “DANdadaDAN varmış, kaçmaması lazım,” diye apar topar gittim konsere. Öncesinde Gaye Su Akyol vardı, o çalarken girdik Babylon’a. Konserlerde sık sık gördüğümüz insanlar vardı içeride. Tanımıyorsun hiçbirini, ama biliyorsun, yani “şu adam bizim Ali’ye benziyor,” diye biliyorsun mesela. DANdadaDAN çıktığında ise ortam değişmişti, 2006 civarı aktif olan bir tayfa gelmişti konsere.
O zamanların Ali’leri…
O zamanların Ali’leri geldi bir anda. Çok hoşuma gitti, yıllar sonra bir araya gelip o zamanların havasını tekrar yakalamak çok güzeldi. O dinleme sayılarının aslında tedirgin edici bir şey olmasının nedeni de burada yatıyor. Grup birilerine erişmiş zamanında, birileri de onlara erişmiş ve o bağları sekiz yıldır görüşmemelerine rağmen hâlâ ortada. Şu an ismi geçen gruplar kalkıp on yıl sonra bir araya geldiğinde acaba ne durumda olacaklar, şu anda niche olmasından dolayı sahiplenen insanlar on yıl sonra aynı şekilde sahiplenecek mi grupları, bunları kestiremiyorum.
Peki, bütün o kalabalık, erişim rahatlığı ve erişilebilir ürün/grup bolluğu arasında gözden kaçırdıklarımız oluyor mu?
Bence kesinlikle kaçıyordur. Mesela Sofar Sounds’da çaldık, 18-19 konser filan olmuştu sanırım biz çıktığımızda. Şimdiye dek diyelim ki 100 grup çıkmış orada, e nerede bu gruplar? Evet, biliyoruz orada duruyorlar da, farklı geliyor. 100 grup var, iyi de müzik var ortada ve bu her ay dünyanın bilmem ne kadar yerinde yapılıyor. Epey ciddi bir dolaşımı var, ama bunun sadece ufacık bir kısmını yakalayabiliyoruz. O erişim kolaylığı her zaman her şeye erişilebileceği anlamına da gelmiyor aslında.
Roxy Müzik Ödülleri’nde de benzer bir durum vardı sanırım. Şunu da sorayım o halde: Bu yıl Roxy’ye katıldınız ve finale kaldınız. Nasıl bir deneyimdi?
Roxy’ye katılan gruplar arasından ben Kaç Canım Kalmış ve Marta’yı dinlemiştim. Marta’yı epey seviyordum, hatta onlar da bu akımın altında sayılabilir sanırım. Onlar dışında bazılarını sonrasında merak edip erişmeye çalıştığımda bulamadım. Belki oralarda bir yerde duruyorlar.
Roxy’nin nasıl bir deneyim olduğuna gelirsek… Ben daha önce hiçbir şeyin yarışmasına katılmadım, ilkokulda bilim şenliği vardı en son. O yüzden farklı bir ortamdı benim için. “Müzik Günleri” olarak geçmeye ve öyle bir havada ilerlemesine özen gösteriyorlar gerçekten de, ama daha fazla müzik konuşabildiğimiz bir yer olsa daha güzel olur. Jüri adında bilirkişi olan insanlar var, kendi müziğiyle orada olan insanlar var, bir yarışma durumu olmasının gerginliğiyle ister istemez müzik konuşmaya pek fırsat olmuyor. Ben sahneden indim diyelim ki, jüriye gidip “merhabalar” diye muhabbete girsem… Bir yarışma sonuçta, en sonunda ödül verilecek ve “kulis mi yapıyorsun ulan?” derler adama. Kaçamak bakışlar, liseli âşık edasıyla köşe kapmacalar gibi bir hâller hissettim. Son akşam, her şey bittikten sonra gayet güzel muhabbet ettik. Ama orada da herkes çok sarhoş, dünya her türlü daha güzel göründüğü için o “çok güzel aynen devam”lar arasında -samimiyeti sorguladığımdan değil de- hep beraber bir şey mi kaçırıyoruz acaba diye düşündüm. O ortamdan daha fazla yararlanmak isterdim açıkçası.
Bir akım var mı, yok mu meselesini uzun vadede daha çok tartışacağız gibi duruyor, ama sonuç olarak ortada bir şeyler oluyor gibi, siz de bir şekilde bunun içindesiniz. Bu “değişik isimli” grupların arasından adının anlamını, nereden çıktığını sorabileceğimiz sayılı gruplardansınız. Alarga ne demek? Nereden geliyor?
Alarga, denizcilik terimi. Aynı zamanda İtalyanca-İspanyolcada “açıklık” anlamına da geliyor sanırım, “ormandaki açıklık” gibi… Açığa demirlemek, “alarga durmak”tan yola çıktım. Normalde tekneyi arkasından ve önünden bağlarsın, rüzgâra ve dalgaya göre hareket etmez, sabit bir şekilde durur. Alarga durduğun zaman da sadece demir attığın için rüzgara ve dalgaya göre yön değiştiriyor oluyorsun. Bir nokta etrafında farklı yönlere doğru bakmak aslında veya bir “sound” etrafında farklı tarzlara bakmak…
Onur’un yazısından gidelim: Adamlar, Büyük Ev Ablukada, Yok Öyle Kararlı Şeyler, Son Feci Bisiklet, Yüzyüzeyken Konuşuruz… Akım diye bahsetmek hakikaten daha uygun, farklı tarzlar ve farklı sesler üzerinden konuşuyorlar diye duyuyorum ben en azından. Ama bir şekilde aynı nokta etrafında bir şeyler hissettiriyorlar ki ilişki kurmakta zorlanmıyoruz. Alarga da aslında öyle bir şey, müziği tarza göre sınıflandırmak ya da bir şeyin etrafında statik olarak kalmak güç gibi geliyor. Marketteki reyon gibi değil ki bu iş. Mesela flamenko yapan adam “biz bunu yapıyoruz da nasıl bir isim bulsak?” diye oturup düşünmemiş, birileri ona “flamenko” demiş. Yapanlar için sınıflandırmak zor, “ne tarz?” sorusu beni hep kilitleyip bırakmıştır.
O yüzden de yaptığınız müziğe “naif bi’ şeyler” diyorsunuz. Başka ne anlama geliyor bu?
Ben kendi kendime ilk kayıt yapıp telefona filan atarken fark ettim ki, Çağın Kırca diye atınca bir garip duruyor. Çoluk çocuk kurcalıyor telefonu “bu ne?” diye soruyor, ilk gençlik yıllarında annesi tarafından basılmış gibi utangaç bir hâl alıyorsun. Başka bir isim bulmak istedim o yüzden, yaptığım naif geliyordu bana. “Böyle naiflik mi olur ulan?” diyen de olabilir, ama öyle geliyordu. “Naive” adı altında koymaya başladım ben de, bulamasınlar diye… “Naive neymiş ya?” diye soran da dinlesin artık, ona yapacak bir şey yok dedim (gülüyor). Sonra da tarzı ifade edemiyordum ama “naif” demeye başladım, demir attığım noktaya naif demeye başladım gibi oldu.
Bir de “yerli Kings of Convenience” durumu var. O tespit ilk nereden çıktı?
Sofar Sounds’da çaldıktan sonra onlar kendi hesaplarından şarkımızı “yerli Kings of Convenience’a kulak verin,” diye paylaştılar. Kendi aramızda kapalı devre konuştuğumuz bir şeydi, onlarla öyle bir şey konuştuk mu, hatırlamıyorum. Benzetme sebebi vokalin ses rengi itibariyle sanırım, vokalden neden üçüncü bir kişi olarak bahsettiğimi bilmiyorum.
Kings of Convenience’ın vokalinin adını da söyle istersen, beni bir Google aramasından kurtar.
Söylerim istersen ama Google aramasından kurtulamazsın. Çünkü Norveçli, “o” harflerinin ortasından çizgi geçiyor filan (Ø), adamla bir gün karşılaşsak adını söyleyemem muhtemelen, “Ezginin Günlüğü’nün sakallısı” gibi bir şey benim için. “Kings of Convenience’ın gözlüklüsü ve öbürü” diye bahsediyoruz, başka yapacak bir şey yok, isimler zor hakikaten.[ii] Çok da seviyoruz adamları bu arada, “I’d Rather Dance With You” şarkısını çalıyoruz konserlerde.
Peki, başka ne dinliyorsun?
DANdadaDAN olarak başlayıp Korhan Futacı, Yasemin Mori, 123 gibi türevlere ayrılmış ekibi çok seviyorum. 123’ün şöyle bir ilham verici yanı da oldu: Onları ilk öğrendiğimde “Böyle bir şey yapıyorlar ve ben bunu dinleyebiliyorum,” dedim, “Basılı albümleri filan var, demek ki böyle müzik yapıldığı zaman da dinleniyor, öyle kötü bir durumda değiliz.” Müziklerini sevmemin ötesinde aslında umut aşıladılar. Benim içimden gelenler de 123’le tavır olarak birebir aynı olmasa da ham kafayla bakınca ortak bir kutuya koyulabilir gibi geliyordu, o yüzden yüreklendiriciydi benim için.
Şarkılarınıza gelelim. 6 şarkı yayımladınız, ikişer şarkıdan oluşan 3 EP…
Temmuzda iki şarkı daha yayımlayacağız. Bunların hepsi aslında birbirini tamamlıyor, yer yer birbirine atıflar da var. Hepsini bir çırpıda çıkarmak da olabilirdi, ama sürece yaymak istedik. Gruptan herkes bir şeyler yapmaya alışkındı ama bunları birlikte yapmaya alışkın değildi. Öbür türlü benim farkındalığımla kalmış gibi olacaktı, grup gibi olmayacaktı. Kayıt yapmakla ilgili de bir tavrımız olsun, zamanla onu da oturtalım istedik. Bu sekiz şarkı haricindeki işleri daha toplu halde çıkarmak istiyoruz. Bir taraftan bütünlük bozuluyor da gibi geliyor çünkü, bununla ilgili kimseyi uyarmadık da, ilk iki şarkıda “Bakın 6 şarkı daha yayımlayacağız biz,” demedik, şimdi biraz bunu anlatmaya çalışacağız aslında, “Bakın bunların böyle böyle ilişkisi vardı,” diye… Şu anda Soundcloud ve YouTube üzerinden paylaşıyoruz, sekiz şarkıyı toplayıp iTunes ve Spotify’a da koyarak erişimi kolaylaştırmak istiyoruz.
Şarkı yazımıyla ilgili bir şey soracağım. Benim müzik konusunda teknik bilgim yok, o yüzden Onur’un yazısından önce sorsan hep konuştuğumuz bir akım olduğunu belirtirdim, ama daha çok sözler üzerinden giderdim. Mesela Büyük Ev Ablukada’nın sözleri hakikaten İkinci Yeni kafası, bazıları şiire ya da kısa öyküye yakın, Yok Öyle Kararlı Şeyler ve Yüzyüzeyken Konuşuruz ufak tespitler, Erdem’in deyimiyle “Umut Sarıkaya tespitleri” üzerinden gidiyor. Senin şarkılarında da aslında bildiğimiz şeylerin farklı bir şekilde geçtiğini görüyorum. Mesela bildiğin aşk şarkısı, ama farklı, en güzel kendin bulmuşsun sanırım, “naif” bir şekilde ifade edilmiş. “Hengame”deki “sindiğin bütün bu yerler öyle şeyler anlatır ki bir bilsen gülüp geçemezsin” sözleri çok güzel bir örnek buna.
Bütün bu adı geçen grupların şarkılarının sözlerini çok beğeniyorum ben, “vay be ne güzel” diyorum, “niye böyle yazmış” diye düşünüyorum. Onur’un yazısı ilk çıktığında ben de söz bakımından inceledim kafamda, “biz buna giriyor muyuz hakikaten” diye… Bu 8’lik seride üç tane Türkçe var, beşi İngilizce. İngilizce anlattığımızda da benzer yaklaşım, benzer bir tavır var tabii, ama diğer gruplardan farklı geldi bana. Şarkılarda “teyzelik yapmak” gibi deyimlerin geçiyor olmasıyla, daha sembolik anlamlarıyla o tarafa doğru kayıyor olabiliriz.
Söz zaten benden çıktığı için, seyirciye kapalı gelen her neyse, onun açık olduğunu düşünmüşüm ki yazmışım. “Üstü kapalı anlatayım, nereye saklayayım,” gibi bir düşünceyle hareket etmiyorum. “Naif bi’ şey” olmasının sebebi orada “ya ben sana hiç kötü bir şey söyler miyim?” gibi bir düşünceye güvenmem sanırım, “benden zarar gelmez” (gülüyor)…
Senin “bu dönem daha rahat” diye ifade ettiğin durumla da ilgili olan şöyle bir şey var sanırım: Belki de artık şarkının sözlerinin ayrıntılarıyla o kadar ilgilenmiyoruz. Mesela sen “yaptığın teyzelikler” dediğin zaman ne oldu da öyle bir şey yazdın bilmiyoruz, ama “teyzelik yapmak” ne demek onu biliyoruz, yeri geldiğinde sinir bozucu olabileceğini biliyoruz. Kendimize göre yorumluyoruz herhalde.
Evet. Birinin Son Feci Bisiklet’in “Bikinisinde Astronomi” şarkısını aşk şarkısı diye düşünüp sevgilisine söylemesi ile başka türlü anlamasından hangisi daha değerli kim bilebilir ki? Bazen birebir anlayınca ellerine çok da bir şey geçmiyor sanırım.
Ya da klasik örnek: Pink Floyd’dan “Wish You Were Here”.
Hangisinin daha değerli olduğunun çok da önemi yok, ama o birebir anlama çabası da dille ilgili sıkıntılardan kaynaklanıyor sanırım. Hani “Sırtı bir yere yaslayayım da öyle devam edeyim,” kafasıyla…
“Hugrats”in adı Rugrats‘e bir atıf sanırım.
Evet, tam olarak öyle. Rugrats çok sevdiğim bir çizgi filmdir, çocukluğumdaki yeri büyük. Eşek kadarken de izlediğim bir şeydi ve o naifliği mutlaka beslemiştir ama şimdi bulamıyorum hiçbir yerde, ufak bir moral bozukluğum var o konuda. Rugrats aslında emekleyen, yani yerde zaman geçiren bebeklere verilen bir ad, “halı sıçanı” anlamına geliyor gerçekten. “Hugrats” de bundan hareketle çıktı.
Değişimle ilgili bir şarkı. Çağrışımlarla şunlar geliyor insanın aklına: Büyüdükçe naifliğin kaybolması. Rugrats‘in kendi değişimi, hatırlarsın, daha büyümüş hâllerinin çizgi filmi çıkmıştı bir ara hiç sevmemiştik. Şarkı da değişiyor, progresif rock’a mı dönüyor diyelim sonunda? Ozan “içimizdeki metal sevgisini bastıramadık” diyordu.
Yine tür konusuna geldik. Bastıramadık valla, çünkü Can Sürmen yıllarca metal çalmış, Ozan’ın Dreamtone’la filan çalmışlığı var, benim davul çaldığım dönemde metale ilgim vardı, keza Cansu… Hakan bir tek kendini oradan kurtarmış, engel olamadı o da. Başka anlatacak bir şey yoktu orada, tekrar tekrar aynı şeyleri söylemenin bir anlamı yoktu, öyle bir şey deneyelim dedik, ilk başta hiç uymuyor gibi geldi hatta.
Peki, yakın zamanda sizi nerede dinleyebileceğiz?
Mayıs ortasında Cansu’yla ListeList.com’un konser mecrası Pürtelaş 3+1‘de çaldık. İki kişi çalınabiliyor zaten en fazla, şarkıların ham hallerine en yakın sesi yakalamak için sanırım. Ağustos ortası gibi o yayımlanacak. Yaz sonuna doğru, Nisan ayına verdiğimiz bir akustik konserden iki tane video yayımlayacağız. Akustik ağırlıklı bir yaz planlıyoruz. Eylülden itibaren de Ankara’da devam ederiz zaten, ilk İstanbul konserini yapıp diğer illere de ulaşmayı umuyoruz.
[i]Flamenkoda kullanılan ve “kahon” diye okunan vurmalı çalgı.
[ii]Grup elemanlarının adları Erlend Øye ve Eirik Glambek Bøe.