Alain Badiou: Ekim Devrimi üzerine

Ekim Devrimi
Ekim Devrimi’nin ikinci yıldönümü. Kızıl Meydan, 1919.

Kapitalizmin küresel ölçekteki açık zaferinin ardından artık unutulmuş gibi görünen bir meselenin üzerinde durmak istiyorum: 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi insan türünün tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydı.

Bu bağlamda, enine boyuna düşünülürse, insanlık tarihinin oldukça kısa olduğu da hatırlanmaya değer. Yaklaşık 200 bin yıllık insanlık tarihi, dinozorların gezegenemizde hüküm sürdüğü milyonlarca yılla kıyaslanınca pek de uzun değil. Bu kısa kesit boyunca aslında sadece bir esaslı “devrimin” gerçekleştiğini ileri sürebiliriz: Neolitik Devrim. Bu devrim çok daha etkili araç gereçler, yerleşik tarım, sabit bir toprak sahipliği anlayışı, çanak çömlek, çalışmayan bir yönetici sınıfının varlığına imkan tanıyan bir gıda bolluğu ihtimali, nihayetinde devletin, yazının, paranın ve vergilerin icadı, (bronz sayesinde) askeri teçhizatın mükemmelliştirilmesi ve uzun mesafeli ticaret anlamına geliyordu.

Bütün bunlar, birkaç bin yıl öncesine dayanıyor ve hâlâ aynı noktadayız. Modern bilime dayanan endüstriyel üretim birçok süreci hızlandırmış olsa da, hakikat şu ki dünyamız hâlâ düşman devletlerin, savaşların, sınırlı bir finansal oligarşinin egemenliğinin, uluslararası ticaretin belirleyici öneminin, ordular aracılığıyla hammadde yağmalamanın, neredeyse tamamen muhtaç birkaç milyarlık insan kitlelerinin ve her bölgeden yoksul köylülerin madun rolü üstlendikleri tıka basa dolu metropollere aralıksız kitlesel göçlerinin dünyasıdır.

Devletlerin ekonomik temellerinin sorgulanması, hayli gecikmeli olarak, en fazla birkaç yüzyıl önce politik tartışmaların merkezine yerleşti. Aynı baskıcı ve ayrımcı toplumsal örgütlenmenin kendisini şu veya bu devlet biçiminde (kişisel iktidar veya demokrasi) kusursuzca ortaya koyabildiğini ancak o zamandan beri savunabiliyor, hatta kanıtlayabiliyoruz. Yani, en önemli devlet kararlarının her durumda özel mülkiyetin sınırsızca korunmasını, bu mülkiyetin aile bağıyla devredilmesini, nihayetinde doğal ve kaçınılmaz olarak bütünüyle korkunç eşitsizliklerin sürdürülmesini sağlayan örgütlenme.

Ardından, yalnızca siyasal iktidarın biçimini sorgulayanlara bütünüyle farklı bir düzenin devrimci inisiyatifleri eklendiler. 19. yüzyılın tamamına böyle bir yönelime sahip devrimci girişimlerin (çoğu kanlı) başarısızlıkları damga vurdu. Paris kaldırımlarındaki otuz bin kaybıyla Paris Komünü bu felaketlerin en görkemlisi olmayı sürdürüyor.

Öyleyse şunu söyleyebiliriz: 1914-1918 arasındaki Büyük Savaş’a düşüncesizce kendini bırakan despotik Rus devletinin zayıfladığı koşullarda bu devleti alaşağı eden ilk demokratik devrimin (Şubat 1917) ardından, bir anlamda yatıştırılamaz biçimde örgütlenmiş Bolşevik Parti’de sıkı bir Marksist kültür ve Paris Komünü’nden alınan derslerle dolu uzun süreli militan deneyimi birleştiren Lenin ve Troçki’nin önderliğinde, sınırlayıcı muhafazakâr sendikaların yokluğunda yeni şekillenen ve ayaklanmaya fazlasıyla eğilimli genç işçi sınıfının birleşmesiyle, insanlığın ilk post-neolitik devrimi Ekim 1917’de zafere ulaştı.

Bu, bütün “modern” toplumların binlerce yıllık temellerini, üretim ve ticaretin finansal kontrolünü üstlenen gizli diktatörlüğünü çökertmeyi açıkça hedefleyerek gücünü ortaya koyan bir devrim anlamına geliyordu. Bu, yeni bir modernitenin kuruluşuna açılan bir devrimdi. Bu mutlak yeniliğin adı da (bana göre hâlâ öyledir) komünizmdi. İşçi ve köylü halk kitlelerinden entelektüellere ve sanatçılara kadar dünyanın dört bir yanından insanlar, bu devrimi önceki yüzyılın ağır yenilgilerinin ardından gelen bir intikam coşkusuyla karşılayarak “komünizm” adıyla tanıdılar. Lenin, artık muzaffer devrimlerin çağının geldiğini ilan edebilirdi.

Bu emsalsiz maceranın sonraki görünümleri ve güncel neolitik kliklerin dünya çapında kontrolü yeniden ele geçirdiği mevcut durum ne olursa olsun, Ekim Devrimi insan varlığının zamansal düzleminde tüm temsillerine rağmen hakim kapitalizmin geçmişe ait bir şey olduğunu ve sonsuza dek öyle kalacağını bilmemize temel oluşturuyor.


*Alan Badiou’nün ilk olarak L’Humanité’de yayımlanan bu yazısı, Cüneyt Bender tarafından Verso Books için yapılan İngilizce tercümeden çevrilmiştir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

2 Yorum
    1. verso books, fransızcadan ingilizceye yapılan çevirinin sahibini belirtmemiş.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
daha fazla

Masumiyetin sonu

Bize bazen beklenmedik hakikat anları bahşedilir. Fransa Başbakanı Gabriel Attal, İsrail’e koşulsuz destek cephesinin son uydurma haberinin üzerine…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et