“Hem haklı hem riyakâr nasıl olunur?” diye sorulacaktır, biliyorum. Açıklayacağım.
Şahsen, Ermeni Soykırımı veya başka bir soykırım hakkında “olmamıştır” demenin, yargılanması, cezalandırılması gereken bir suç olduğunu düşünmüyorum. Tarihsel bir gerçeği reddetmek, inkâr etmek, bunu yapmakta ısrar eden kişi hakkında bir fikir verir sadece ve medeni dünyada “Ermeni Soykırımı uluslararası bir yalandır!” diyen herhangi birine kimse itibar etmez (dahası, o kişiye acıyarak bakılır). Bu tür bir tutumda ısrar edene verilecek ceza da ancak bu olmalı diye düşünüyorum: İtibar etmemek. Sözüne, kişiliğine, söylediklerine ve söyleyeceklerine itibar etmemek. Onun şiddet yanlısı, onun ırkçı, onun ayrımcı, onun inkârcı olduğunu düşünmek. Daha ne olsun?
Biliyorum, AİHM’in, soykırımın tam da 100. yılında verdiği ve “Doğu Perinçek, 1915’te yapılan soykırım değildir ve emperyalist bir yalandır deme özgürlüğüne sahiptir” anlamına gelen kararı Türkiye’de, soykırımın olmadığının açık kanıtı olarak sunulacak ve bir kahramanlık menkıbesi söz konusu şahsın omzuna bir apolet olarak takılacak. (Birkaç yıl önce, Agos’taki bir yazımda Perinçek’in partisi hakkında “karanlık odak” diye yazdığım için 7 bin lira tazminata mahkûm edilmiş olduğumu ve bugün kendimi, kendisiyle ve siyasi kariyeriyle ilgili fikrimi beyan etme özgürlüğüne sahip hissetmediğimi buraya not edeyim.) Buna rağmen, madalyonun bu yüzü benim için acı verici olsa da, AİHM’in kararının nihayetinde doğru olduğunu düşünüyorum. Zira bu konudaki fikrim net: “Soykırım olmamıştır!” demek elbette ki kınanmalıdır, elbette ki söyleyeni itibarsızlaştırmalıdır ama bir yargılanma ve cezalandırılma nedeni olamaz.
Bu anlamda, İsviçre-Ermeni Derneği’nin Perinçek aleyhine İsviçre’de açtığı davayı da, davanın yerel mahkemede kaybedilmesinden sonra AİHM’e taşınmasını da doğru bulmamıştım. Ben, Soykırım’ın tanınma mücadelesinin inkârcılar susturularak, kriminalize edilerek değil, onların tezlerinin kofluğu ve yalanları deşifre edilerek yapılması gerektiği fikrindeyim. Zaten Ermeni Soykırımı’nın bugün bütün dünyada kabul ediliyor olması ve milliyetçi Türk çevrelerinin bu konudaki yalnızlığı da, gerçeklerin öyle veya böyle kabul gördüğünü söylüyor.
Soykırım’ın inkârının cezalandırılması gerektiğine inanan ve bunun için mücadele eden Ermeni grupları, kabaca söylersek, bu inkârın bir saldırganlık içerdiği ve nefret suçu olarak değerlendirilmesi gerektiği düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Aileleri 1915’te katledilmiş veya memleketlerinden sökülüp atılmış, acılı bir tarihe sahip insanların karşısına geçip “Soykırım olmadı, yalan söylüyorsunuz!” demekte saldırgan bir yan olduğuna da, Perinçek’in amacının asilane olmadığına da zerre şüphe duymuyorum. Ancak neticede sözle, yazıyla, doğrudan şiddet içermeyen yollarla ifade edilen görüşlerin, gerçeklerle bağdaşmadıkları ve tedirgin edici oldukları için cezalandırılmasının da doğru olmadığına; bu yolun açılmasının, ifade özgürlüklerinin alanını had safhada daraltacağına ve bunun sonucu oluşacak toplumsal zararın çok daha büyük olacağına inanıyorum.
Avrupa adaleti şüphesiz ki fikir beyanı ile saldırganlık arasında çizgiyi iyi belirlemek ve buna göre hareket etmek zorunda. Bir toplantıda veya mitingde “Soykırım olmamıştır” demek ile Lyon’da veya Zürih’te soykırım kurbanları anısına dikilmiş bir anıtı tahrif etmek arasında kategorik bir fark var ve bu ikinci türden eylemlerin cezalandırılması gerektiği son derece açık.
Bütün bunlara rağmen, AİHM’in verdiği bu son karar ile Avrupa müktesebatının Yahudi Soykırımı ile ilgili kabul ve uygulamaları arasında keskin bir çelişki olduğunu da görmemek olmaz. Avrupa‘nın hemen her yerinde, Yahudi Soykırımı’nı inkâr etmeniz, eyleminiz şiddet veya saldırganlık içersin içermesin, sıkı bir şekilde soruşturulmanız, yargılanmanız ve ceza almanız sonucunu doğuracaktır. Görünen o ki, bundan böyle aynı şeyi Ermeni Soykırımı için yaptığınızda, bu tavrınız ifade özgürlüğü dahilinde değerlendirilecek. AİHM’in veya başka bir kurumun buradaki çelişkiye dair tatmin edici bir açıklaması olabileceğini sanmıyorum. İşte bu yüzden son derece siyasi ve riyakâr bir tutumla karşı karşıyayız.
Avrupa, kendi toprakları üzerinde yaşanmış, kendi yarası olarak kabul ettiği Yahudi Soykırımı’nın inkârına karşı son derece titiz bir tutum takınır ve bu tür söylemleri ifade özgürlüğü dahilinde değerlendirmezken, Ermeni Soykırımı konusunda farklı tutum belirleyerek soykırımlar arasında bir hiyerarşi kurmuş oluyor. Avrupa’ya yakın tarihinde büyük zarar vermiş olan Nazizm, Faşizm, Irkçılık, Anti-Semitizm gibi belalarla mücadele etmek için Yahudi Soykırımı’nın inkârına tahammül edemeyen Avrupa kurumları, kendi topraklarından uzakta ve daha önceki bir tarihte gerçekleşmiş bir soykırımın inkârına karşı aynı duyarlılığı göstermiyor. Bu da, hukuk normlarıyla açıklanamayacak, ardında başka gaileler olan bir çifte standart örneği olarak tarihi bir haksızlığa kapı aralıyor. Ermeniler daha kalabalık, daha güçlü, Ermenistan daha büyük, ekonomisi Avrupa için göz ardı edilemez önemde olsaydı şartlar çok daha değişik olurdu, buna da şüphem yok.
İşte belki de sırf bu yüzden, Ermeni Soykırımı’na ilişkin adalet mücadelesinde Batı kurumlarına güvenmek pek de aklın yolu gibi görünmüyor bana. Benim aklımın –ve yüreğimin– yolu, ne kadar zor ve bezdirici olursa olsun, soykırımı Türklerin vicdanında ve Türkiye’de mahkûm ettirecek, bunu da tabii ki önce Türkleri gerçeklere ikna ederek başaracak bir yol ve yordamı inşa etmekten, bunun için uğraşmaktan geçiyor. Soykırım’ın Türkiye’de resmen tanınacağı o gün hiç gelmeyecek bile olsa, toplumun küçük bir kısmının, sonra biraz daha fazlasının, sonra bir gıdım daha fazlasının 1915’te olanları öğrendiği bir mücadele, bana, herhangi bir Batı kurumunun türlü çıkar hesaplarıyla alacağı herhangi bir karardan çok daha değerli geliyor. Bugünkü AİHM kararı tersi yönde olsaydı da başka türlü düşünmeyecektim.