Selman Nacar’ın ilk uzun metrajı İki Şafak Arasında dünya prömiyerini San Sebastian’da, Türkiye’deki açılışını Antalya Film Festivali’nde yaptı, bu yazı yayımlandığı sırada da Boğaziçi Film Festivali’nde İstanbul seyircisiyle buluşacak. Antalya’dan “Jüri Özel Ödülü” başta olmak üzere 4 ödülle dönen filme biraz yakından bakmak istiyorum.
Başkarakteri Kadir’in bir gününü anlatan film, tanıklık ettiğimiz 24 saatlik temposuyla Victoria’yı (Sebastian Schipper, 2015), bir mesele üzerinden farklı temalara yönelmesi açısından da A Separation’ı (Asghar Farhadi, 2011) hatırlatıyor. Kadir, yaşanan bir iş kazasının ayrıntılarını araştırırken aslında seyirci olarak biz de bir yolculuğa çıkıyoruz. Önce kazayı geçiren Murat’ı kollarında hastaneye yetiştiriyor, sonra da bu “iki şafak arasında” hem Murat’ın eşi ve ailesiyle hem de işin sahibi olan kendi ailesi ve “ciddi düşündüğü” kız arkadaşının ailesiyle tanışıyor. Bazen ailenin küçük oğlu olarak, bazen toplumun dayattığı “damat” imajıyla, bazen de “patronun oğlu” sıfatıyla çeşitli zorunluluklar karşısında buluyor kendini. Tüm bu rollerin çatışmasının odağında da gerginliği, hayal kırıklığını, masumiyeti, cesareti ve soğukkanlılığı keşfediyor. “Her hayat birçok günden oluşur, gün günü izler. Biz kendi hayatımızın içinden yürüyüp geçeriz, yolda karşımıza hırsızlar, hayaletler, devler, yaşlılar, gençler, zevceler, dullar, aşık biraderler çıkar. Ama illa ki kendimizle karşılaşırız her seferinde,”[i] sözünü anımsatırcasına Kadir de iki şafak arasında kendisiyle karşılaşıyor. Biz de gelişen olaylar ve öğrendiğimiz ayrıntılarla Kadir’i anlıyoruz, ama film boyunca onunla özdeşleşmiyoruz, ona sempati duymuyoruz. Çünkü Kadir de olayları öğrendikçe tutumunu değiştiriyor. Bu bağlamda efendi/köle diyalektiğinde başlayan Kadir ile işçi Murat “Ağabey” arasındaki ilişki, karşılıklı olarak birbirini gerektiren, birbirini kaçınılmaz kılan bir ilişkiyi temsil ediyor. Söz konusu efendi-köle konumları değişken ve akışkan. Kadir, film boyunca aslında çok da “efendi” konumunda değil, ailesinin, fabrikadaki ustabaşının, Murat’ın ailesinin ya da sevdiği kızın ailesinin karşısındayken aslında tam olarak karşı tarafa bağımlı. Bu yanıyla özdeşim kurabileceğimiz bir karakter izlenimini vermiyor, çünkü bu konumu aşmak ya da reddetmek için bir eylemde bulunmuyor. Masum olduğu için karşı çıkış ve itirazlarda bulunuyor, ama bu döngüyü kıramıyor.

Kadir ayrıcalıklı bir konumda olmasına rağmen onu abisi, avukatları ve babasından vicdanı ayrıştırıyor. Babasının vicdan, hukuk ve ahlak konusundaki konuşmaları tam da “efendi” tavrı, egemen dilinin yansıması. Aile onun gözünde fedakârlık yapılması gereken bir yapı, özveri ve kendini feda etmekten kaçınmamak anlamına geliyor. Oysa Kadir, kız arkadaşı Esma ile ilgili hayaller kuran, gelecek planları bir noktada fabrikanın dışına taşan bir genç. Aileye ve sosyal konumuna adapte olamamış, arayış içinde. Gerçekleri öğrendikçe tutumu değişiyor, çünkü vicdan sahibi olmak tam da bunu, öznel koşulları analiz etmeyi ve konumlanmayı gerektiriyor. Film boyunca Kadir bir kahraman edasıyla hareket etmiyor, bir madun ya da tanık gibi bir tutum sergiliyor. Tabii “madun olabilmek için belirli bir hakimiyet ilişkisinin tarafı olmak gerek, yani madun ancak ötekisi ile birlikte (ya da birinin ötekisi olarak) var.”[ii] Yaşadığı gerginlik onu değiştiriyor. Bu yüzden de aslında öznel olan, kişisel olan gerçekten de politik.
Tanık olduğumuz sadece Kadir’in yüzleştiklerini değil, bir noktada günümüz dünyasını da resmediyor. Biz daha harekete geçmeden hakkımızda yargı veriliyor, suçumuz tespit ediliyor, taraf olmamız bekleniyor. Kadir’in yaşadığı ise “ya / ya da” çıkmazında taraf olmamak. Ne ailesi gibi efendi olmanın konforunu yaşıyor ne de yapısal olarak köle. Kadir film sırasında sustuğu yerlerde, söylemediği sözlerde kendisini ifade ediyor. Biz de filmi seyrederken iş kazalarını ve alınmayan önlemleri anımsıyoruz.

Yönetmen Selman Nacar’ın Antalya Film Festivali’ndeki söyleşide ifade ettiği gibi yasa ve hukuk aynı şeyler değil. Yasalar bir ideali, normu ifade ediyor. Oysa hukuk, yani yasaların pratiği farklı. Adli vakalar hukukun süjesi, yukarıda da bahsettiğimiz adalet duygusu ise hukukun işleyişinden bağımsız. Bu da doğal, çünkü gerçek hayatta tanıklar yalan söyleyebiliyor, hakimler yanlış karar verebiliyor, sahte deliller ortaya çıkabiliyor ya da isabetsiz bilirkişi raporları sunulabiliyor. Bir avukat ya da adli sürecin öznesi için söz konusu olaylar birer nesne ya da sorundan ibaret, yani onların gözünde adalet “şeyleşmiş”, şeyleşmek zorunda. Çünkü bir an bile vicdanlarıyla hareket etseler, “iyi” avukat olmaktan uzaklaşıyorlar. Bu tartışma etik ve ahlak arasında da devam ediyor. “Ethos” kelime kökeni itibariyle sadece meslek etiğini kapsamıyor. Yine bugün kullandığımız bağlamda ahlak, Roma dönemindeki kullanımıyla erdemli ve adaletli davranmayı ifade ediyor. Sistem ise “ahlaklı” avukatlar mezun etmek üzerine inşa edilmemiş, bize bir çıkış yolu sunan, bizi savunan ya da hakkımızı alan, yani bize davayı kazandırana “iyi avukat” deniyor. Filmdeki avukat “etik” olarak mesleğinin gerekliliklerini yapıyor, Kadir’in babası İbrahim “Ağa” ile, yani efendi ile konuşurken “elimden bir şey gelse…” diyor, kötü senaryoları anlatıyor. Film de seyircisine iyi olmanın, ahlaklı olmanın bizi masum yapıp yapmayacağını, her şeyin birbirine girdiği bir düzende iyi ile kötünün kolaylıkla ayırt edilip edilemeyeceğini sorgulatıyor.
Tüm bu gelişmeler olurken bir yanda da ailenin fabrikası ve fabrikada teslim edilmesi gereken ürünler var. Makineler çalışmaya devam ediyor. Toplum ve koşullar karşısında birey olarak çaresiz ve güçsüz hissediyoruz. Pandemi döneminde de makineler çalışmaya, çarklar dönmeye devam etti. “Fakir gene fakir, zengin daha varlıklı,”[iii] oldu. Makineler çalışmaya devam ediyor, biz uzaktan çalışmaya devam ediyoruz, kuryeler teslimat yapmaya devam ediyor. Biz bunları yaşarken, bazı coğrafyalarda devlet destekleri sunulan şanslı kesimler işe gitmeden maaş alıyor, bazı devletler aşı alma konusunda dahi aynı şansa sahip değil. Peki, kötü bir düzende iyi bir işveren mümkün mü? Ya da adaletsiz bir dünyada ahlaklı bir avukat olmak?
Filmi izlerken içinde gördüğüm herkese bir noktada hak verdim, onları anlamaya çalıştım. Gerçek hayatta kendi varoluşumuzun bir parçası olmayan pek çok çatışma mevcut. Doğduğumuz coğrafyadan kaynaklanan toplumsal çatışmalar, Batı-Doğu ekseninde ekonomik sebeplerden, zengin-fakir ikiliğinden doğan çatışmalar, kültürel durumumuz açısından bizi diplomalı-eğitimsiz olarak ayıran pek çok tarihsel çelişki var. İşin ilginç kısmı bunlar üzerine düşünmüyoruz, fikrimiz alınmamış, içine doğmuşuz. Bu noktada aslında çıkış yolu basit bir farkındalık, her şeyin ama her şeyin politik olduğuna dair bir bilinç. Karmaşık olaylarda, gerçeği tam olarak öğrenemediğimiz ve algılarla yönlendirilen, kullanılmaktan fazlasıyla aşınmış “post-truth” çağında farkına varmamız gereken bilinç tam da bu. Şüphesiz bu bilinci de onu oluşturan çağ, doğa ve koşullardan bağımsız düşünmek mümkün değil. Kötü bir düzen içinde iyi olmak mümkün değil, ama bu bizi kötü olmaya itmemeli. Çünkü erdemli olmak, gerekirse tutarsız olmayı göze alacak şekilde vicdanının sesini dinlemek, doğru olanı yapmak anlamına geliyor.
Özetle, beni tüm bu konular üzerine düşünmeye davet eden ama bu davete rağmen kesin bir cevaptan sakınan bir film izledim. Genelde ilk uzun metrajını yapan yönetmenlerde çok şeyi söylemek, fazla konuya değinmek gibi hatalar görülür. İlk film gibi durmayan, tek bir konu üzerinden dallanıp budaklanan, tanık olduğumuz her ayrıntısıyla ana konuya bağlanan bu film beni yönetmenin diğer filmlerini izlemek için heyecanlandırdı. Umarım siz de bir yerlerde izleme fırsatı bulursunuz.
[i] Ulysses – James Joyce (Çeviri: Armağan Ekici)
[ii] Çok Bilmiş Özne – Bülent Somay
[iii] “Everybody Knows” – Leonard Cohen (Çeviri: Bülent Somay)