Affedersin s.nsür

34. İstanbul Film Festivali, 4 Nisan Cumartesi günü başladı. 12 Nisan Pazar günü saat 16.00’da Atlas Sineması’nda Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel’in yönettiği Kuzey (Bakur) filmi gösterilecekti. Sosyal medyada PKK kamplarındaki gerillaların hayatını anlatan film aleyhinde tedirgin edici ifadelere rastlamak mümkündü. İKSV, pazar sabahı yayımladığı duyuruyla bu gösterimin iptal edildiğini açıkladı. Buna gerekçe olarak da Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından gönderilen, Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’in 15. maddesini hatırlatan yazı gösterildi. Bakanlık, İKSV’ye gönderdiği yazıda Türkiye’de üretilen ve festivallerde gösterimi yapılacak olan filmlerin “kayıt tescil belgesi” alma zorunluluğunu vurgulamış, hukuki müeyyideden çekindiğini belirten İKSV filmin gösterimini iptal etmeye karar vermişti. Devamındaki süreçte sinemacılar ortak bir bildiri yayımladı ve 20’den fazla film festivalden çekildi.

SİYAD, aynı gün içinde sinemacıların bu kararına destek verdi. 12 Nisan Pazar günü saat 16.00’da Atlas Sineması’nda filmin gösterimi yerine bir forum gerçekleştirildi. BBC’ye konuşan Ertuğrul Mavioğlu, eser işletme belgesine sahip olmayan filmlerden alınan 110.000 TL’yi ödemeyi kabul ettiklerini, ancak İKSV’nin filmin gösterimini yapmaya yine de yanaşmadığını söyledi. Medyatava’nın sorularını yanıtlayan festival direktörü Azize Tan ise “parası neyse verelim, filmi gösterelim” gibi bir durumun söz konusu olmayacağını, “kayıt tescil belgesi yoktur” dendikten sonra filmin zaten gösterilemeyeceğini belirtti.

13 Nisan Pazartesi günü ise artan tepkilerin ardından beklendiği gibi Altın Lale Ulusal ve Uluslararası Yarışmaları ile Ulusal Belgesel Yarışması, kapanış töreniyle birlikte iptal edildi. Toplantıya, Ulusal Yarışma Jüri Başkanı Zeki Demirkubuz’un “Bakur filmine uygulanan sürecin tamamen siyasi olduğunu düşünüyorum. İktidarla uğraşmaya aklı yetmeyen, sinema da yapmasın” sözleri damga vurdu. Aynı gün Kültür Bakanlığı, festival yönetiminin suçlamalarını kabul etmediğini ve bakanlığı sansür uygulamaya çalışan bir kurum olarak gösterme çabasının “maksatlı bir tutum” olduğunu belirten bir basın açıklaması yaptı. Mirgün Cabas’ın Her Şey programına konuk olan Azize Tan, festivalin önceki günlerinde söz konusu belgeye sahip olmayan belgesel ve kısa film gösterimlerinin yapıldığını, bakanlığın belge uyarısına karşı SEK’ten (Sanatsal Etkinlikler Komisyonu) aldıkları izin yazısını (“festivalin içeriğinden festival komitesi sorumludur”) gönderdiklerini açıkladı.

Yaşananların kısa bir özetinin ardından elimizde kalanlara bir bakalım. Bahsi geçen Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik 2005’ten beri yürürlükte. Yönetmeliğin 9. maddesinde, ülke içinde üretilen veya ithal edilen filmlerden Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu’nun uygun bulmadıklarının ticari dolaşıma ve gösterime sokulamayacağı öngörülmüş. Filmlerde gördüğümüz “Genel izleyici kitlesi”, “+18”, “korku ve şiddet”, “cinsellik” gibi işaret ve ibareler, bu kurulun yaptığı değerlendirme sonucu belirleniyor. Değerlendirme ve sınıflandırma esaslarını düzenleyen 11. maddede, “kamu düzeni”, “genel ahlak” gibi muallâk ve keyfi kullanılması olası kavramlar göze çarpıyor. 5. maddede ise Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu’nun üyelerinin nasıl seçildiği düzenlenmiş. Kültür Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan birer üye, ilgili alan meslek birliklerince önerilen uzman kişiler arasından Kültür Bakanlığı’nın belirlediği üç üye ve yine Kültür Bakanlığı’nın belirlediği birer psikolog, sosyolog ve çocuk gelişim uzmanından oluşan 9 kişilik bir kurul. Kurulun yapısını ve değerlendirme esaslarını bir gözden geçirelim, sonra da Lars von Trier’in Nymphomaniac filminin gösterime sokulmamasını ya da Onur Ünlü’nün İtirazım Var‘ına +18 yaş sınırı getirilmesini hatırlayalım. Ahlâk kavramı üzerine yapılması gereken tartışmaları şimdilik bir kenara bırakalım.

Yönetmeliğin müeyyideleri düzenleyen 17. maddesine göre, işaret ve ibareler olmadan dağıtım ve gösterim yapanlara 10.000 TL, filmin yapımcılarına 50.000 TL, işaret ve ibarelere uymadan dağıtım ve gösterim yapanlara ise 50.000 TL para cezası veriliyor. Ertuğrul Mavioğlu’nun bahsettiği 110.000 TL buna dayanıyor. Aynı maddede “bakanlık, bu işaret ve ibarelere uyulup uyulmadığını her zaman denetleyebilir” ifadesi var. 11 Nisan Cumartesi sabahı belge hassasiyetiyle uyanan bakanlık, belli ki hukuki dayanağını buradan alıyor. Azize Tan, hem Mirgün Cabas’a hem de Medyatava’ya yaptığı açıklamalarda güvenlik kuvvetlerinin sinemaya gelerek belge sorduğunu ifade etti. Dolayısıyla “o iş öyle cezası neyse öderiz ile bitmiyor, belge olmayan film zaten gösterilemez”in arkasında seyircilerin güvenliğiyle ilgili haklı bir endişe de yatıyor olmalı. Peki, İKSV’nin yaptığı ilk iptal açıklamasında bunlardan söz edilmemesinin nedeni neydi? Filmin sosyal ve politik ağırlığı yeterince tahlil edilememiş olabilir mi?

İKSV’nin iptalle ilgili ilk açıklamasını okuduğumda, bakanlığın yazısı diye yönlendirdikleri bağlantının 9 Ocak 2014 tarihli olması dikkatimi çekmişti. Geçen yıl Ocak ayında bakanlığın her festivale gönderdiği bu yazının ardından “festival sansürü geri mi geliyor?” soruları ortaya çıkmıştı. 1988’deki İstanbul Film Festivali’nde Kültür Bakanlığı’nın beş filmi birden sansürlemesi üzerine festival başkanı Elia Kazan önderliğinde bir grup sinemacı Taksim Meydanı’nda bir yürüyüş düzenlemiş ve bakanlık, çıkardığı bir kararnameyle geri adım atarak film festivallerini denetimden muaf tutmuştu.

Azize Tan’ın Mirgün Cabas’la yaptığı konuşmadan anlıyoruz ki, bakanlık 11 Nisan Cumartesi günü, 9 Ocak 2014’te gönderdiği yazıyı e-posta ile tekrar göndermiş. Hatta 10 Nisan cuma günü aynı konuyla ilgili bir de telefon görüşmesi olmuş. Bunlara ilk açıklamada yer verilmemesi bakanlığın, “geçen yıl gönderilen yazının bu yıl gönderilmiş gibi lanse edilmesi” işgüzarlığına başvurmasına olanak sağladı. Bunun yanı sıra Azize Tan’ın “SEK’ten aldığımız belgeyi gönderdik” demesinin hukuken anlam ifade etmediğini belirtmek gerek. Yönetmeliğin 15. maddesinde festivallerin düzenleme komitelerinin, Sanatsal Etkinlikler Komisyonu’ndan olumlu görüş almaları gerekliliği düzenlenmiş. Ticari dolaşım veya gösterim konusu edilmeksizin ülke içinde düzenlenecek festivallerde gösterilmek üzere ithal edilen filmlerin gösterimlerinden doğan her türlü sorumluluğun festival komitesine ait olduğu ve bunun ülke içerisinde üretilen filmleri kapsamadığı maddede zaten belirtilmiş. Uluslararası filmlerin muaf tutuldugu bir belgenin Türkiye’de yapılan filmlerden beklenmesinin anlamsızlığı zaten sinemacılar tarafından her fırsatta dillendiriliyor, ancak Azize Tan’ın söylediği bununla ilgili degil.

İşin hukuki boyutunu bir kenara koyduktan sonra bu düzenlemelerin neye hizmet ettiğini aktarmakta fayda var. 11 Nisan Cumartesi günü Ağrı’da asker ve PKK arasındaki çatışmanın ardından HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, olayın çatışma değil sahte bir kurgu olduğunu, çatışma bölgesinde ölmeye terk edilen yaralı askerlerin HDP’liler tarafından kurtarıldığını söylemişti. Davutoğlu onu yalancılıkla suçlarken internette paylaşılan fotoğraf ve videolar, Demirtaş’ı doğrular nitelikteydi. İçişleri Bakanlığı, bunun üzerine yaptığı açıklamada “Jandarmamız, kendilerine ait uyku tulumları ile yaralılarımızı helikopterlerin bulunduğu yere nakletmeye çalışırken, bölgeye giren vatandaşlar yaralıların kendilerinin de yardımıyla tahliye edilmesini talep etmiş, akabinde yaralıların taşındığı uyku tulumunun kenarından tutmak suretiyle taşıma faaliyetine katılmışlardır” dedi. Hani şu Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu’nda bir temsilcisi olan İçişleri Bakanlığı. İktidar söylemini “kesinlikle yalandır”dan “kenarından tutmuşlar işte”ye çekmeye zorlayanın Ağrı’lı bir vatandaşın çektiği alelade görüntüler olmasını, medya güvenilirliği değerlendirmesinde “havuz” ve “penguen” sözcüklerinin yanına koymak lazım.

Konumuza dönelim. Herkes kendi siyasi pozisyonuna göre olayın başlangıcıyla veya gelişimiyle ilgili farklı yorumlar yapabilir. Ancak şunu görmek gerek: siyasi iktidarın vurgularını yoğunlaştırdığı bir konuya -izleyemediğimiz için konusu ve fragmanından hareketle konuşuyorum- farklı bir bakış açışı, karşıt bir görüş getirecek bir filmin gösterimi Kültür Bakanlığı tarafından engellendi. PKK kamplarında yaptığı çekimlerle gerillalarının gündelik hayatını anlatan filmin, başvursa dahi gerekli belgeyi alamayacağı zaten bakanlık açıklamasındaki “filmle ilgili yapılan haberlerde ‘PKK belgeseli’ nitelemesinin kullanılmasının da işaret ettiği gibi ortada terör örgütü propagandasının söz konusu olması hiçbir şekilde temel demokratik değerlerle ve düşünce özgürlüğünün evrensel kriterleriyle bağdaşmayan bir durumdur” ifadesinden anlaşılıyor. Nitekim Ertuğrul Mavioglu da bakanlığın, izlemediği bir filmi ‘propaganda filmi’ olarak nitelediğini belirtti.

Yeterince ikna edici olmadıysa geçmişte bu yönetmeliğin hangi filmlere uygulandığına bir bakalım. Çayan Demirel’in Dersim 38 adlı belgesel filmi 2007’de, Aydın Orak’ın 1992 Cizre olaylarını anlatan Bir Başkaldırı Destanı: Berivan adlı belgesel filmi ise 2011’de, aynı yönetmeliğe takılarak ticari dolaşıma ve gösterime sokulmamıştı.[i] Kazım Öz’ün Fotoğraf filmi ve Hüseyin Karabey’in Gitmek filmi de Kültür Bakanlığı tarafından sansüre uğramış ve yurtdışında yer alacakları festivallerden doğru düzgün bir gerekçe bile gösterilmeden geri çekilmişti. Kültür ve sanat alanında sansür, sadece Kültür Bakanlığı kaynaklı da olmuyor elbette. Cumhurbaşkanı’na hakaret gerekçelerini, vali ve belediye başkanı müdahalelerini başka bir yazıya bırakarak şimdilik bu örneklerle yetinelim.

Sansür, aynı günlerde farklı alanlarda da etkisini gösteriyordu. TRT’nin, “iktidarı eleştirdiği” gerekçesiyle CHP’nin reklam filmini yayınlamayı reddettiğini belirten yazısı muhalif çevrelerin yeni alay konusu olmuşken 12 Nisan Pazar günü Bakırköy Halk Pazarı’nda yapılacak olan Grup Yorum’un konseri, İstanbul Valiliği tarafından “provokatif eylem duyumu alındığı” gerekçesiyle engellendi.

Sonuç olarak, iktidarın benimsediği söyleme ters düşecek bir filme karşı Kültür Bakanlığı’nın ansızın kapıldığı belge hassasiyetinin adı, geçmişte de olduğu gibi sansürdür. Antalya’nın aksine, İKSV’nin filmi festivale alma cesaretinin yanı sıra sinemacılara destek veren tutumu değerli; ancak bu süreci daha iyi yönetebilirlerdi. İlk açıklamada her şeyi olduğu gibi anlatmaktansa, bilgileri parça parça paylaşmayı tercih etmeleri meselenin kamuoyu tarafından anlaşılmasını zorlaştırdı ve bilhassa bakanlığın top çevirmesine alan tanıdı. Neticede olan da sinemacılara ve sinemaseverlere oldu. Ethem Sarısülük’ün ailesinin hukuk mücadelesini anlatan Haziran Yangını, kentsel dönüşümler hakkındaki Komşu! Komşu! Huu! ya da Kobane direnişini anlatan Sabaha Doğru gibi belgeseller festivalden çekilmek durumunda kalınca bu filmlerin varlık nedenleriyle bağdaşmayan bir durum ortaya çıktı. Festivalde gösterilemeyecek belgesellerden bir tanesinin de 1977 yılında sinema emekçilerinin dönemin sansür tüzüğüne karşı yaptığı yürüyüşü anlatan Yollara Düştük olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Bakur’u izlemek nasıl mümkün olacak bilmiyoruz. Film, şimdilik Ankara Uluslararası Film Festivali’nin programında yer alıyor. Lakin bütün bu olaylar 15 gün sonrası için öngörüde bulunmanın hiç kolay olmadığı bir ülkede yaşanıyor, unutmamak gerek.

[i] Ankara 7. İdare Mahkemesi, Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu’nun bu yasak kararını kaldırmış, Kültür ve Turizm Bakanlığı kararı Danıştay’a götürmüştü.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share