Önümüzdeki seçimler ülke gündeminde en büyük yeri kaplıyor, ama çocukların beslenemediği ve açlıkla sınandığı günlerden geçtiğimizi bazen unutuyoruz. Bir ilkokul öğretmeni, öğrencisinin derste “Başım çok ağrıyor,” dediğini ve ağladığını yazmıştı. Çocuğun yanına gidince aç olduğunu, utandığı için söyleyemediğini fark etmiş ve başka bir öğrencisini çağırıp gizliden biraz para verip kantinden hem kendisine hem de ona bir şeyler almasını söylemiş. Başı ağrıyan çocuk bir şeyler yedikten sonra kendine gelmiş, teneffüste arkadaşlarıyla koşup oynamaya başlamış.
Bugün Türkiye’de bir milyondan fazla çocuk okula aç gidiyor, biz de borçla harçla zeytin, peynir, deterjan almaya çalışırken buluyoruz kendimizi. Yani şairin de dediği gibi, “açlık çoğunluktadır.” Peki, nasıl bu hale geldik? Mecburi mutfak alışverişinin kredi kartı borçlarını şişirdiği bir sürece nasıl sürüklendik? Beyaz eşyadan çamaşır deterjanına, giyim kuşam alışverişinden dışarıda yemek yemeye kadar her şey kredi kartına taksitle…30 liraya soğan, 20 liraya süt alıyoruz, borçla birlikte açlık da büyüyor…
Hayat pahalılığı dışında bir şey konuşamaz olduk. Aile ve arkadaş buluşmalarındaki sohbetlerin ana konusunu kredi borçlarımız veya alım gücümüzün erimesi oluşturuyor artık. Üstelik bu sohbetler yaş gruplarına göre farklılık da göstermiyor. Borçlanma herkesin temel sorunu haline geldi. Bütün hayatımızı kıskaca alan bu borçluluk halinin bir dizi politik sonucu var.
Çalışma hayatımız söz konusu olduğunda, borçluluk hali bir rıza üretim mekanizması gibi işliyor ve tepkiselliği dizginliyor. Yüklü kredi borcu altında ezilen çalışanlar daha kötü koşullarda çalışmaya razı oluyor. “Taksitlerimin bitmesine daha şu kadar ay var,” düşüncesi çalışma koşullarını kabullenmemize sebep olurken, güvencesizliğe rıza da üretiyor. Fazla mesaiye, düşük ücretlere, baskı altında çalışmaya razı oluyoruz. Tepkisizleşiyoruz , direnme gücümüzü de kaybediyoruz.
Çalışanlar için borçlarını ödeme kaygısı, güvencesiz çalışma koşullarının önüne geçiyor. Bankaya, komşuya, bakkala olan borçlar her türlü çalışma koşulunu kabul edilebilir bir forma sokuyor. Bunun doğal sonucu da sömürünün artması olarak karşımıza çıkıyor. Artık çalışana her türlü baskı yapılabilir, çünkü nasılsa işi bırakamayacak, direnemeyecek. Artık sömürünün merkezinde “borç” var, sömürünün temeli borca dayanıyor. Hardt ve Negri’nin ifadeleriyle, “Yeni bir yoksul figürü doğuyor ve bu yalnızca işsizler ve düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan oluşmuyor aynı zamanda düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de kapsıyor. Onların yoksullukları asıl olarak borç zincirlerine dayanıyor.”[i]
Borçluluğun etkisi çalışma hayatıyla sınırlı değil. Politik sonuçları da bir hayli ağır. Borçlanan kişi piyasaya ve dolayısıyla ekonomik ve siyasi “istikrara” daha sıkı bağlanıyor. Borç batağındaki işçi için mevcut durumun korunması, siyasi belirsizliklerin olmaması gibi düşünceler borçlanmanın yansımalarından biri. Çünkü borçlanmanın artması, yurttaşların geleceklerini piyasaya bağlaması anlamına geliyor. Borç yükü altındaki yurttaşların artık değişime ne tahammülü ne de cesareti kalıyor. 21 yıllık AKP iktidarına bu açıdan bakılabilir: Borçlandır, daha fazla sömür, direnme kanallarını tıka ve istikrara bağımlı hale getir.
Borçlanma ve hayat pahalılığı artık Türkiye’de zengin azınlık haricinde herkes için geçerli bir sorun. Bugün üniversiteden yeni mezun olan öğrenciler, kıt kanaat geçinen emekliler, artık neredeyse unutulan depremzedeler hem yoksul hem de borçlu. Bu düzende yalnızca bugünümüz değil, geleceğimiz de ipotek altına alındı.
Cebindeki bir paket bisküviyle enkazda kalan çocuklarını bekleyen, “Yiyemiyorum. Dünden beri yiyemiyorum. Çocuklarıma verecektim.” diyen Şerif Amca’nın, depremde evi kullanılamaz hale gelen, “17 yıldır hiç dolabım yoktu, dolabı taktık, deprem oldu. İçeride eşyam yok zaten. Dolabı indirebilsem yeter,” diyen yaşlı teyzenin gözyaşları bardağı da sabrımızı da taşırdı. Taştığı yerden yeni bir ülkeyi inşa etmenin zamanı geldi.
Alım gücünün bu denli düştüğü, depremden sonra hayatını kaybeden yurttaşların bile borçlarının büyüdüğü, depremzedelerin yeniden borçlandırılarak ev sahibi yapıldığı, devlet aygıtının görevini yandaşlarının vergilerini silerken hatırladığı, açlığın büyüdüğü bu karanlıktan çıkmak zorundayız. Çoğunluğu görerek, direnerek ve yan yana büyüyerek.
[i] Hardt, M. ve Negri, A. Duyuru, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012.
Çok güzel yazı gerçekleri yüze vuran tarzda