2014’ün bitmesiyle birlikte yıl boyunca ne olup bittiğini hatırlatan listeler ve değerlendirmeler iyice çoğaldı. Ben de geleneğe uydum ve hiçbir nesnellik iddiası taşımayan bir liste hazırladım. Listede yapım tarihi 2013 olarak görünen, ama vizyona 2014’te giren filmler de var. Elbette 2014’ün bütün filmlerini izlemedim[i], izlediklerimden bazılarını beğenmedim, beğendiklerimden bazılarına ilk 10’da yer vermedim. Geriye kalanlar da aşağıda.
Frank: Kafasında sürekli dev bir sahte kafayla (nasıl bir şey olduğunu tam olarak anlatmak gerçekten zor) dolaşan Frank ve vokalistliğini yaptığı grubu The Soronprfbs ile tanışmalısınız. Grubun bir parçası olarak kendinizi benimsetmeniz biraz zor, genç müzisyen Jon film boyunca bunu yapmaya çalışıyor. Ama aynı frekansı yakalarsanız, birlikte eğlenmek kolay. Eğer bütün bunlar size fazla gelirse, güvenli sözcüğü hatırlamanız yeterli: Chinchilla!
Cold in July: Yılın en iyi gerilim filmi. Don Johnson’ın canlandırdığı Jim Bob’un dâhil olmasıyla filmin temposu ciddi anlamda düşüyor ve hikâye karmaşıklaşmaya çalıştıkça eli kolu birbirine dolanıyor. Ancak ilk 50 dakika başlı başına filmin bu listeye girmesine yetecek kadar etkileyici. Ayrıca 8 sezonluk Dexter‘ın ardından Michael C. Hall’u güneyli aksanıyla bir aile babası olarak görüyoruz.
20,000 Days On Earth: İçinde Nick Cave olan şeyler genellikle güzeldir (bkz. The Assassination Of Jesse James by the Coward Robert Ford‘un şu sahnesi). Yaratmak, yazmak ve müzik yapmak için ilham veren bu filmde ise sadece Nick Cave var! Dünyadaki 20,000. gününe tanık olduğumuz müzisyen Nick Cave, bu biraz kurgu-biraz belgesel filmde bize sanatın nasıl bir süreç sonucunda oluştuğunu gösteriyor: “Nihayetinde, tam olarak anladığım şeyler ilgimi çekmiyor.”
Locke: Basit ve alışkın olduğumuz bir hikâyeyi anlatmak için bambaşka bir yol bulmuş olması filmi değerli kılıyor. Film boyunca otobanda arabasıyla giderken telefon görüşmeleri yapan Ivan’ı izliyoruz ve nereye gittiğini, neden gittiğini, oğulları ve eşiyle ilişkisini, yaptığı yolculuğun kariyerini nasıl etkileyeceğini onunla devam ettikçe anlıyoruz. 12 Angry Men, Buried ve The Breakfast Club gibi filmler varken ileride tek mekânda geçen en iyi film olarak hatırlanmayabilir, ama bu yılın en iyilerinden biri.
İki Gün, Bir Gece: “Kapitalizm kimdir, kudreti nedir?” diye soran olursa bu filmi izletebilirsiniz. İnsanları kendisinin işten çıkarılmaması yönünde oy kullanmaya ikna etmeye çalışan bir kadın, kadının işine son verilmesine karar verirlerse 1000’er Euro prim kazanacak iş arkadaşları ve çalışanlarına seçme şansı bırakıyormuş gibi yapıp sorumluluktan kaçarak onların birbirlerini yemesini sağlayan patron[ii]… Acımasızca gerçekçi yapısına uymayan naif finali hariç çok başarılı bir film.
Kış Uykusu: Bu yılki Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi. Bence Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi filmi değil (en iyisi için: Bir Zamanlar Anadolu’da), ama yılın en iyilerinden. Karakterleriyle tanışmak, onları güvensizlikleri ve kusurlarıyla tanımak, tanıdıkça değişimlerine şahit olmak, sonra Çehov’un “Karım” ve “İyi İnsanlar” öykülerini okuyup filmde anlatılanların evrenselliğini hatırlamak gerek.
The Grand Budapest Hotel: Yılın açık ara en eğlenceli filmi. “Duyan gelmiş” diye tabir edilen filmlerden, filmin temposu ve otelin keşmekeşi içinde gözden kaçmış birkaç ünlü olabilir, bir daha dikkatli bakmak lazım. Wes Anderson’ın filmlerinin vaad ettiği her şey (fazlasıyla ilginç karakterler, art arda gelen absürd olaylar, çok iyi prodüksiyon tasarımı) ve daha fazlası (aniden değişen kıta üzerinden politik hiciv, tüyler ürpertici bir kötü karakter) bu filmde var.
Clouds of Sils Maria: Deneyimli oyuncu Maria Enders (Juliette Binoche) kariyerine Maloja Yılanı adlı tiyatro oyununda patronu Helena’yı yaşadığı ilişki sonucu intihara sürükleyen genç ve güzel Sigrid rolüyle başlamıştır. Yaklaşık yirmi yıl sonra, oyunu tekrar yapmayı düşünen bir yönetmen ona Helena rolünü teklif eder[iii], Sigrid rolünü de skandallarıyla meşhur Jo-Ann Ellis (Chloë Grace Moretz) oynayacaktır. Maria, asistanı Valentine (Kristen Stewart) ile birlikte oyuna çalışırken ve Jo-Ann’in skandalları üzerine tartışırken oyun ile gerçeğin birbirine girdiğini[iv] görürüz.
Boyhood: Son on iki yılın en özenli filmi. On iki yılda çekilen film ne zaman geçişlerinde, ne de anlattığı herhangi bir dönemi yansıtmakta sorun yaşıyor. Sadece naif bir büyüme hikâyesi eşliğinde yılların geçişini izletiyor. Sinema tarihinde hiç görülmemiş bu eşsiz anlatım tarzını başka bir filmde görür müyüz bilinmez, o yüzden kaçırmamakta fayda var.
Nightcrawler: (Dikkat, filmde gelişen olaylar hakkında bilgi içermektedir.)
Yılın en iyi filmi. Bugüne kadar (The Fall‘u tenzih ediyorum) vasat aksiyon filmlerinin senaristliğini yapmış olan Dan Gilroy’un kendi yazıp yönettiği ilk film. Bir kanalın gece haberleri için olay yerinde yaptığı çekimleri satmaya başlayan Lou Bloom’un (Jake Gyllenhaal) başarılı olma takıntısının (“Piyangoyu kazanmak istiyorsan, önce bilet alacak parayı kazanman gerek.”) onu neler yapmaya yönlendirdiğini görüyor ve yapacaklarından korkmaya başlıyoruz. Film, Lou Bloom gibi bir sosyopatın başarıya ulaşabildiği günümüz dünyası ve medyanın çarpık yapısına işaret ediyor. Çevresindekileri rahatlıkla manipüle eden, hırsızlık yapan, rakibinin arabasının fren balatasını kesip ölümüne yol açan, daha iyi bir açı yakalamak için asistanının ölümüne göz yuman, bütün bunları yaparken asla yakalanmayan bir adam var ve bu adam öğrendiği her şeyi internete borçlu olduğunu söylüyor. Filmin en tüyler ürpertici yanı da bu: Lou Bloom olmak çok kolay… Bir evde yapılan soygun sonucunda üç kişinin ölümünü çektiği görüntüleri sattığı kanalın haber bülteninde, katil zanlılarının hâlâ dışarıda olduklarından ve toplum için büyük bir tehdit oluşturduklarından bahsediliyor. Ama kimse Lou Bloom’un toplum için oluşturduğu tehdidin farkında değil. Hatta işi pamuk ipliğine bağlı haber müdürü, gerçeğin haberde yansıtıldığı gibi olmadığını öğrendiğinde daha çok reyting uğruna Lou’nun versiyonuyla devam etmeye karar veriyor ve bunu “Lou daha yükseğe ulaşmamız için bize ilham veriyor” diyerek açıklıyor. Haber bülteninin arkasındaki ışıltılı şehir görüntüsünün bir dekor olduğunu gören Lou’nun dediği gibi: “Televizyonda çok gerçekçi görünüyor.”
Bunların dışında kendisini “yılın en iyi Türk filmi” ilan eden bir film de vardı. Kutluğ Ataman’ın yönettiği Kuzu, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü aldı. Nitekim cumhurbaşkanına hakaret içerdiği gerekçesiyle film reddeden festivalden[v] en iyi film ödülünü almak da “sürekli ‘AK Parti baskı yapıyor’ diyorlar, ama ben bu baskıyı hissetmiyorum” diyen Kutluğ Ataman’a yakışmıştı. Yılsonuna doğru gösterime girmeye hazırlanan filmin afişinin üzerinde “yılın en iyi Türk filmi” yazıyordu. Altına, alıntı olduğu vurgulanacak şekilde, bunun kimin değerlendirmesi olduğu yazılmış olsa en azından ucuz bir pazarlama stratejisi olduğunu söylerdik, ama sadece gülünçtü.[vi] Neyse ki filmin gösterim tarihi 2015’e ertelendi de, Altın Palmiye sahibi Kış Uykusu, Venedik Film Festivali’nden iki ödül almış Sivas, Onur Ünlü’nün son harikası İtirazım Var gibi filmler 2014’ün en iyileri yarışına girebildi. 2015’in En İyi Türk Filmi” şimdiden belli, diğer filmler ikincilik için yarışacaklar.
[i] Örneğin Birdman, What We Do In the Shadows ve Foxcatcher Türkiye’de vizyona girmiş olsa; Force Majeure, Ida, Whiplash ve Leviathan‘ı da Filmekimi’nde kaçırmamış olsam bu liste değişebilirdi.
[ii] The Dark Knight‘ta Joker’in, kırdığı sopayı iki adamın ortasına atarak “ekipte sadece bir kişilik yerimiz var, çabuk halledin..” deyişini hatırlayan var mı?
[iii] Bu durum 1972 yapımı Sleuth filminde genç Milo Tindle’ı oynayan Michael Caine’in aynı filmin 2007 yılındaki yeniden çevriminde yaşlı Andrew Wyke’ı oynamasını hatırlatıyor.
[iv] Filmin ve filmin içindeki oyunun içine bilinçli olarak eklenen üçüncü bir katman daha var: Juliette Binoche, oyunculuk kariyerini bu filmin yönetmeni Olivier Assayas’ın senaryosunu yazdığı Rendez-vous filmiyle başlatmış. Evli bir yazarla gizli bir ilişki yaşamakta olan Jo-Ann de, başrolünde yer aldığı Snow White and the Huntsman filminin yönetmeni Rupert Sanders ile gizli bir ilişki yaşayan Kristen Stewart’ı hatırlatıyor. Yönetmen Olivier Assayas filmin bu özelliğini şöyle ifade ediyor: “İzlediğiniz oyuncuların kim olduklarını size hiç unutturmuyor”
[v] Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” isimli Gezi Parkı belgeseli, ön jüri tarafından seçilmiş olmasına rağmen Altın Portakal festival yönetimi tarafından yarışma programından çıkarılmıştı. Buna gerekçe olarak da filmin, Türk Ceza Kanunu’nun hakaret alt başlığını taşıyan 125. maddesi ile cumhurbaşkanına hakaret alt başlığını taşıyan 299. maddesine aykırı olması gösterilmişti.