12 Eylül 1980’de ne oldu?

Fotoğraf: Coşkun Aral, Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi.

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin, Brezilya ve El Salvador gibi ülkelerdeki darbelerle bir devamlılık ilişkisi bulunan 12 Eylül darbesi, 1970’lerin sonunda ortaya çıkan ekonomik ve siyasal krizlerle baş edemeyen ve dönüşüm ajandasını işçi sınıfının örgütlü direnci karşısında uygulayamayan sermaye fraksiyonlarının alenen teşvik ettiği ve desteklediği bir projeydi.

Türkiye burjuvazisinin giderek artan şekilde ilişkide olduğu uluslararası güçlerle birlikte buhrana verdiği yanıt, kendi silahlarını da değiştirdiği yeni bir sınıf savaşı ilanıydı. Darbe, Türkiye’de neoliberal kapitalist dönüşümün önündeki tüm engelleri cebren ve hileyle açtı. Geçici bir güç kullanımına değil, kalıcılığını şiddet yoluyla sağlayan bir topyekûn yeniden yapılandırmaya girişti. Sahte bir “sağ-sol çatışması” hikayesi darbeye gerekçe yapıldı; devletin sol eli kesildi, sağ eli güçlendirildi.

Bu siyasi, ekonomik ve toplumsal yeniden yapılandırmanın günümüze kadar uzanan bilançosu ise ağır oldu. Darbe sürecinde işlenen insanlığa karşı suçların failleri zamanaşımı veya “devlet sırrı” zırhıyla korundu. Faillerin soruşturulmaları ve yargılanmaları 43 yıldır engelleniyor. Askeri rejim 6 Kasım 1983’te yapı­lan genel seçimlerle son buldu, ama darbenin ruhu hâlâ canlı, ayakta, yaşıyor.


Darbenin kronolojisi

Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Eylül 1980 tarihinde, Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren liderliğinde emir ve komuta zinciri içinde yürütülen Bayrak Harekatı’yla Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü sonuca ulaşmış askeri darbesini gerçekleştirdi ve ülke yönetimine bütünüyle el koydu. Sabah saat 04.00’te bütün yurtta PTT ve TRT aracılığıyla Kenan Evren imzasıyla darbenin 1 No’lu Bildirisi okundu.

“Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır…” dendi. Bu andan itibaren Milli Güvenlik Konseyi (MGK) bildiriler, kararlar ve kanunlarla yasama ve anayasa yetkisini elinde toplayarak çeşitli alanlarda düzenlemelere gitti.

MGK 4 Numaralı Bildirisi’yle Milli Güvenlik Konseyi’nin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren (Başkan), üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’dan oluştuğu ve Genel Sekreterliğine Orgeneral Haydar Saltık’ın atandığı duyuruldu.

MGK 1 Numaralı Bildirisi’yle parlamento ve hükümet feshedildi. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Halihazırda 22 ilde uygulanmakta olan sıkıyönetim bütün yurtta ilan edildi. Saat 05.00’ten itibaren ikinci bir emre kadar tüm ülkede sokağa çıkma yasağı kondu.

MGK 2 Numaralı Bildirisi’yle Türkiye 13 sıkıyönetim bölgesine bölündü, her bölgeye bir general sıkıyönetim komutanı olarak atandı. “Lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili” kılınan sıkıyönetim komutanlarına sınırsız bir güç verildi. MGK 6 ve 7 numaralı kararlarıyla sıkıyönetim askeri mahkemeleri kuruldu, hakim ve savcı atama yetkisi MGK’ya devredildi. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 15. maddesinde değişiklik yapılarak gözaltı süresi 90 güne çıkarıldı. Bu yargı organları 12 Eylül 1980 döneminin en güçlü organları haline dönüştürüldü. Emir, telkin ve baskılara açık olarak hareket eden sıkıyönetim mahkemeleri ve Askeri Yargıtay, özellikle 765 sayılı TCK 141, 142, 146, 168, 169 ve 125. maddelerine getirdikleri yeni yorumlarla 12 Eylül 1980 Darbesi’nin temel amaçlarına uygun davrandılar.

MGK 6 Numaralı Bildirisi’yle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir komuta zinciri içinde görevlerine devam edecekleri belirtildi. MGK 9 Numaralı Bildirisi’yle Emniyet Genel Müdürlüğü tüm teşkilatıyla beraber Jandarma Genel Komutanlığı’nın emrine verildi. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Korgeneral Hayrettin Tulunay getirildi.

MGK 7 Numaralı Bildirisi’yle siyasi parti faaliyetleri yasaklandı. Parti binaları ve tesisleri sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca emniyet ve kontrol altına alındı. DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durduruldu. Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç tüm derneklerin faaliyetleri durduruldu. Milli Güvenlik Konseyi, 2 Haziran 1981’de, 52 numaralı kararıyla 11 Eylül 1980 tarihinde parlamentoda üyesi bulunan siyasi parti üyelerinin ve yöneticilerinin Türkiye’nin geçmiş veya gelecek siyasi ya da hukuki yapısıyla ilgili olarak kendi anlayışları doğrultusunda sözlü veya yazılı beyanda bulunmaları, makale yazmaları veya bu amaçlarla toplantı yapmaları yasaklandı. 16 Ekim 1981 tarih ve 1533 sayılı Siyasi Partilerin Feshine Dair Kanun’la 11 Eylül 1980 itibarıyla faaliyet gösteren tüm siyasi partiler kapatıldı ve tüm taşınır taşınmaz malları Hazine’ye devredildi.

Milli Güvenlik Konseyi’nin 15 Numaralı Bildirisi’yle tüm grev ve lokavtlar ikinci bir karara kadar ertelendi. Bütün işyerlerinde 15 Eylül 1980 sabahı üretime başlanacağı açıklandı. 15 Eylül 1980 tarihli ve 8 numaralı MGK Kararı’yla DİSK, MİSK ve Hak-İş ile bunlara bağlı sendikaların hesapları bloke edildi. 21 Eylül 1980 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nda değişiklik yapan kanunla sıkıyönetim komutanlıklarına grev, lokavt ve irade beyanı gibi sendikal faaliyetleri sürekli olarak durdurma ve izne bağlama yetkisi tanındı.

25 Eylül 1980 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik Konseyi Yasama Görevleri İçtüzüğü’yle yasama yetkisini üzerine alan Milli Güvenlik Konseyi, 27 Ekim 1980 tarihli (adeta geçici anayasa da denebilecek) Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ile anayasada değişiklik yapma yetkisini de kendisine aldı. MGK sadece 1981’in sonuna kadar 51 tanesi yeni yasa olmak üzere toplam 268 yasa çıkardı. Bunlar özellikle asayiş, ceza kanunu ve yargılaması, ölüm cezasının infazı ve TSK’nın ihtiyaçlarıyla ilgiliydi. Askeri rejim döneminde ise toplam 669 yasa çıkarıldı. 29 Haziran 1981 tarihli Kurucu Meclis Hakkında Kanun ile MGK ve Danışma Meclisi’nden oluşan Kurucu Meclis anayasa ve gerekli yasaları yapmakla görevlendirildi. 160 üyeli Danışma Meclisi’nin üyeleri ya doğrudan (40 üye) ya da dolaylı olarak (her ili temsilen valisinin önereceği adaylar arasından) MGK tarafından seçilecekti. Danışma Meclisi ilk toplantısını 23 Ekim 1981 günü yaptı.

MGK 3 Numaralı Bildirisi’yle halkın zaruri ihtiyaçlarının sokağa çıkma yasağı çerçevesinde nasıl karşılanacağı ve sıkıyönetim veya garnizon komutanlıklarından alınacak izinler düzenlendi. MGK 8 Numaralı Bildirisi’yle devlet dairelerinde, belediyelerde, KİT ve özerk devlet kuruluşlarında çalışan tüm memur, sözleşmeli ve ücretli personelin emeklilik, istifa, işten ayrılma ve atamaları durduruldu.

Devlet Başkanı, Genelkurmay Başkanı ve MGK Başkanı sıfatıyla Kenan Evren, 20.09.1980 tarihli yazıyla emekli Oramiral Bülend Ulusu’yu başbakan olarak görevlendirdi ve Ulusu tarafından seçilecek Bakanlar Kurulu’nu bildirmesini istedi. 12 Eylül 1980 darbesinden sadece 9 gün sonra kurulan Bülend Ulusu Hükümeti, 27 Eylül 1980 günü Milli Güvenlik Konseyi’ne hükümet programını sundu. Hükümet, 30 Eylül 1980’de feshedilen parlamento yerine MGK’dan güvenoyu aldı.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1978. Fotoğraf: Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1978. Fotoğraf: Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi.

Darbenin bilançosu

12 Eylül askeri darbesinin ve rejiminin temel hedefi işçi sınıfının toplumsal, sendikal ve siyasal örgütlenmeleriydi. Bu doğrultuda, devletin kısa vadeli stratejisi şiddet ve baskı politikaları, uzun vadeli stratejisi ise bu kesimlerin siyasal gücünü imkansız kılacak şekilde devletin kurumsal mimarisinin yeniden yapılandırılmasıydı. Bu sürecin en erken ve en belirgin icraatı sosyalist solun genel toplumsal muhalefet üzerindeki gücünü kırmak ve gündeme yön verme kabiliyetini bitirmek oldu.

Askeri rejim, anarşi ve terörle özdeşleştirdiği tüm faaliyetleri ilk elden yasaklamaya girişti. Siyasi partileri kapattı, demokratik bir hak olan örgütlenme hakkını burjuvazi dışında herkes için tümden ortadan kaldırdı. Sendikaları, meslek örgütlerini, dernekleri ve kooperatifleri yasakladı. Gazetelerin yayın hayatına son verdi, binlerce yayına yasak getirdi. Üniversite özerkliğini ve akademik özgürlüğü tahrip edecek yeni kanunlar ve uygulamalarla akademik hayatı ve yükseköğretimi bugün son aşamasını gördüğümüz dönülmez bir yola soktu.

Darbenin hemen ardından başlayan gözaltılarla binlerce insan ansızın evlerinden alınarak karakollara, emniyet müdürlüklerine ve artık işkencehane olarak kullanılacak devlet binalarına, özel mülk ve tesislere götürüldüler. Askerlerin yanı sıra Emniyet ve MİT mensupları da sonraki 10 yıl içinde şiddeti artarak devam edecek işkenceleri bu binalarda hayata geçirdiler. İşkence askeri rejim tarafından sistematik ve yaygın bir şekilde binlerce insana uygulandı ve bunun sonucunda işkencede ölümler dahil uluslararası hukukta suç kabul edilen birçok uygulama hayata geçirildi.

Ülkenin dört bir yanında işkenceler, insanlık dışı uygulamalar ve idamlar devam ederken gündelik yaşam da sürmekteydi. Hapishaneler ve emniyet binalarındaki işkence seslerine şehrin sesleri karışıyordu. Bir yandan baskıcı uygulamaların üzeri örtülüyor, diğer yandan toplumsal ve ekonomik hayatın yeniden inşası olanca hızıyla devam ediyordu. Darbe her ne kadar esas olarak sosyalist solu hedef aldıysa da belli bir ölçüde milliyetçi–muhafazakar çizgide siyaset yapan bazı kurum ve kişiler de insanlığa karşı suçlara maruz kaldı.

650 bin kişi gözaltına alındı ve 90 güne varan gözaltı sürelerinde ağır işkence gördü. 171 kişinin “işkenceden öldüğü” resmi kayıtlarla belgelendi. İşkenceyle ölüm şüphesine rağmen 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi, 43 kişinin de “intihar ettiği” bildirildi. 1 milyon 683 bin kişi, komünist, Alevi, Kürt, dinci, şeriatçı denerek fişlendi. 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi. 124 kişinin idam cezası Askeri Yargıtay tarafından onaylandı, 50 kişi asıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.  30 bin kişi “mülteci” olarak yurtdışına gitti. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis istendi, gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Yüzbinlerce yayına el kondu ve imha edildi. Sadece Bilim ve Sosyalizm yayınlarına ait 13 bin 607 kitap yakıldı. Yayınevi sahipleri gözaltına alındı, tutuklandı, işkence gördü.

Fotoğraf: Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi.

Sıkıyönetim mahkemelerinde hukuksuz yargılamalar yıllarca sürdü. Bu uygulamaların en büyük dayanağını şüphesiz yasama, yürütme ve yargıyı emir komuta zinciri içinde tüm yetkiyle elinde tutan Milli Güvenlik Konseyi oluşturuyordu.

12 Eylül darbesiyle inşa edilen askeri rejim tıpkı Arjantin, Şili, Brezilya ve El Salvador örneklerinde olduğu gibi ülkenin izleyen yıllardaki tüm toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını yeniden şekillendirdi. Darbe elbette halka karşı yapılmıştı ve dönemin Türk Ceza Kanunu’nun 146. Maddesi’ne göre Türk Silahlı Kuvvetleri suç işlemişti.

Başta Kenan Evren olmak üzere darbe savunucularının en temel gerekçesi ülkede “anarşi sebebiyle huzur ve güven ortamının kalmaması” idi. Evren “demokrasiyi tesis etmek” adına darbenin yasaklarla  inşa ettiği askeri rejimi anlatmak için Türkiye’nin bütün illerini ve birçok ilçesini gezerek halkla buluştu ve bu yeni rejimin kabulü için konuşmalar yaptı.

Askeri rejimin ana hedeflerinden biri yeni bir devlet biçimini ve siyasal rejimi kurumsallaştırmak ve daimi kılmaktı. Yürürlükteki 1961 Anayasası bunun önünde bir engeldi. Danışma Meclisi bünyesinde bir Anayasa Komisyonu kuruldu ve  başkanlığını Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın yaptığı Komisyon, son halini MGK’nın verdiği 1982 Anayasası’nı hazırladı. 1982 Anayasası devleti kutsallaştırdı, toplum ve birey karşısında devlete mutlak bir öncelik atfetti. Tüm temel siyasal ve sendikal hak ve özgürlükler devletin bekası, milli güvenlik, kamu düzeni ve genel ahlak gibi keyfi yorumlara açık gerekçelerle hiç olmadığı kadar kısıtlandı. Güçlü devlet–güçlü yürütme yaratmak adına yasama ve yargı karşısında yürütme hakim kılındı. Yürütmenin içinde de karar alma mekanizmaları Başbakan veya doğrudan Başbakanlık’a bağlı kurumlar, arttırılan yetkileriyle Cumhurbaşkanlığı ve Millî Güvenlik Kurulu gibi kurumlarda toplanarak daha da merkezileştirildi. Yasama karşısında yürütmeyi güçlendirmek için yasalar yerine kanun hükmünde kararnamelerle yönetim başladı.

Yargı bağımsızlığı bozuldu; yargı denetimi etkisizleştirildi. Siyasal partilerle ilgili hükümlerle siyasal partilerin toplum ile bağ kurması engellendi. Partiler devlet denetimine sokularak faaliyet alanları sınırlandırıldı ve kapatılmaları kolaylaştırıldı. Yüzde 10 ülke barajı uygulamasını barındıran yeni seçim kanunuyla temsilde adalet ilkesi yürütmenin istikrarı adına terk edildi.

Üniversite özerkliği ortadan kaldırıldı ve üniversiteler tamamen Yükseköğretim Kurumunun (YÖK) denetim ve gözetimine sokuldu, devlet organları haline getirildi. 12 Eylül askerî rejiminin inşa ettiği otoriter devletin merkezinde ordu yer alıyordu. Askeri bürokrasi yürütmenin hükümet ve cumhurbaşkanıyla beraber üçüncü başı olarak tarif edildi. MGK her açıdan güçlendirildi ve etkili kılındı, üye yapısında askerlerin hakimiyeti sağlandı.

1982 Anayasası 7 Kasım 1982 tarihindeki referandumda %91.37 evet oyuyla kabul edildi. 1980’lerin ortalarından bugüne dek anti-demokratik yapısı  nedeniyle bu anayasa defaatle tartışılan bir anayasa oldu. Kenan Evren anayasanın kabulü halinde bunun halkın “kendilerinden memnun olduğu” anlamına geleceğini söylemişti. Referandum sonucunda Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu, 1989 yılına kadar görevde kaldı.  1982 Anayasası bugüne kadar geçirdiği çeşitli referandum ve değişikliklerle birlikte hâlâ Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasıdır.

12 Eylül darbesi ve askeri rejiminin en büyük icraatlarından biri neoliberal politikalara dayalı yeni bir sermaye birikim rejimine geçişi gerçekleştirmesiydi. 24 Ocak 1980’de ilan edilen ekonomi kararları neoliberal ekonomiyi tesis etmeyi hedefliyordu. Ancak dönemin güçlü işçi sınıfı muhalefeti ve güçsüz hükümet koşulları altında bu kararlar istendiği gibi uygulanamadı. Darbeyle birlikte askeri rejim, hem 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı ekonominin başına getirdi hem de bu politikaları hayata geçirdi. Bunun önkoşulu ise sendikalar başta olmak üzere işçi sınıfının örgütlü gücünün tarumar edilmesiydi. Bu açıdan bakıldığında 12 Eylül askeri rejiminin sınıfsallığı aşikardı. Dönemin TİSK, TÜSİAD, TOBB dahil tüm sermaye örgütleri ve sermayedarları darbeyi ve askeri rejimi açıkça destekledi.

Askeri rejim DİSK ve Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) ile bunlara bağlı sendikaların faaliyetlerini durdurdu. DİSK, MİSK ve HAK-İŞ ile bunlara bağlı sendikaların hesapları bloke edildi. HAK-İŞ yöneticileri darbeyi destekledi, kendilerinin anarşi faaliyetinde bulunmadıklarını beyan etti ve kısa bir süre sonra Şubat 1981’de yeniden mal varlığına kavuştu ve çalışmalarına devam etti. 12 Eylül’de faaliyetleri durdurulan MİSK’e ise dava açılmadı. Türk-İş’in faaliyetleri 12 Eylül Darbesi sonrasında durdurulmadı. Dahası Türk-İş yönetimi darbeye açık destek verdi. Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide de darbe hükümetinde sosyal güvenlik bakanı olarak görev aldı. Dolayısıyla darbenin hedefinde bağımsız sınıf siyaseti yürüten emek örgütleri, özellikle de DİSK yer aldı. DİSK yönetici ve temsilcileri gözaltına alındı, işkence gördü ve çok sayıda kişi uzun yıllar hapiste kaldı. Kapatılması ve 52 yöneticisi için idam cezası istenilen DİSK, açılan davanın 1991 yılında beraatla sonuçlanması ile birlikte 11 yıl sonra yeniden sendikal hayata dönebildi.

Bunun yanında darbe ve askeri rejim sol siyasi örgütleri, demokratik kitle örgütlerini, üniversiteleri ve üniversite gençliğini, Kürtleri ve Alevileri karşısına alan politikalar izledi.

12 Eylül askeri rejimini destekleyen toplumsal blokta ise burjuvazinin tüm fraksiyonları ve örgütlerinin yanı sıra Aydınlar Ocağı’nda örgütlü milliyetçi-muhafazakar entelijansiya, aynı çizgideki siyasi elitler, anaakım basının büyük çoğunluğu, istikrarsızlık ve kriz ortamından yorulmuş geniş toplumsal kesimler yer aldı.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası Türkiye’de “İnsanlığa Karşı Suçlar” olarak tanımlanan başta işkence, zorla kaybetme, hukukdış ıve keyfi infaz, cinsel şiddet ve idam olmak üzere ağır insan hakları ihlalleri yaygın ve sistematik bir şekilde gerçekleştirildi.

Cezasızlık; faillerin suçlanmalarının, yakalanmalarının, yargılanmalarının, suçlu bulunmaları halinde uygun bir cezaya çarptırılmalarının ve ihlale uğrayanların zararlarının tazmin edilmesinin hukuken ya da fiilen mümkün olmamasıdır. 12 Eylül Askeri Darbesi sürecinde işlenen insanlığa karşı suçların failleri zamanaşımı veya devlet sırrı zırhıyla korundu. Faillerin soruşturulmaları ve yargılanmaları 43 yıldır engelleniyor.


Kaynak: Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
Total
0
Share