İnsanlığın uğurlu sayıları

Jon Krause

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, Higgs Bozonu’nun keşfi için gerekenin neredeyse iki katı enerji seviyesiyle bu ay tekrar çalıştırıldı. Higgs artık cepte olduğundan araştırmacılar artık başka acayip işlerin, sadece evreni değil evrenin neden böyle olduğunu da açıklayacak bir fiziğin peşindeler.

Gerçekliği yöneten dört temel güç var, ama bu sayı neden üç, beş veya on yedi değil? Madde, her birinin sarhoş bir tanrı tarafından dağıtıldığını düşünebileceğimiz kadar farklı kütlelere sahip karman çorman parçacıklardan oluşuyor. Proton, nötronun 0,9986’sı kadar ağır ve ikisi de elektrondan 1835 kat daha cüsseli.

Bu değerler, evrenin oluşmasına katkıda bulunan diğerleri gibi gelişigüzel belirlenmiş gibi görünüyor. Yine de teorisyenlerin söylediğine göre, azıcık daha farklı olsalar evrende zeki yaşam formundan bahsetmek mümkün olmayacaktı.

Bunun yalnızca uğurlu bir tesadüf olma ihtimalini reddeden fizikçiler, arkasındaki prensibe, her şeyin neden sadece ve sadece bu şekilde gelişebileceğine dair tatmin edici bir açıklama aradılar.

İnsanlık tarihini genelde böyle düşünmeyiz, ama ufak bir kırpıntı değişse jeopolitik dünyamız da bugünkünden çok farklı olabilirdi. Gerçekleşen her olayla birlikte geleceğe doğru olasılıklar dallanıp budaklanıyor. Gerçekleşmemiş bu yığın arasından herhangi birini seçip karşı olgusal bir roman için uygun bir konu bulabilirsiniz.

Philip K. Dick’in Yüksek Şatodaki Adam’ında ABD İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş, ülkenin ikiye bölünerek doğusunun Naziler, batısının ise Japonya tarafından işgal edilmesine engel olamamıştır. Diğer yazarlar büyük veba salgınının Ortaçağ’da Avrupa’yı silmesi ve (farklı versiyonlara göre sırasıyla) Osmanlı’nın, Perslerin ve Azteklerin hâkim güç olması önermesinden yola çıktılar.

Winston Churchill Konfedere Devletler’in zaferiyle sonuçlanan bir iç savaşın olası sonuçları üzerine 1930 yılında yazdığı bir hiciv yazısında “kaderin hantal dengesinin üzerinde döndüğü ufak şeylerden, keskin noktalardan” bahseder.

İnançsızlığı askıya alıp[i] düşünecek olursak John F. Kennedy yaşasa ve başkanlığını tamamlasa ne olacağını hayal edebiliriz. Ama fizik böyle oynanmaz: Elektromagnetizmin gücünü yöneten alfa sayısı son derece küçük bir şekilde daha az ya da fazla olsa yıldızlar var olmayabilir, cansız bir boşluk bırakabilirdi.

Alfanın değeri bir piyango makinesinden rastgele çıkan numaralardan daha belirlenebilir gibi görünmüyor: 0,0072973525698. Fiziğin en büyük gizemlerinden biri, fizikçi Richard Feynman’a göre “insan tarafından anlaşılmadan gelen sihirli bir sayı.”

Higgs’in kütlesi ya da atomların çekirdeklerini birbirine bağlayan güç gibi değerler de aynen böyle güzelce ayarlanmış gibiler. Sayıları azıcık oynatsak bizim evrenimize benzeyen hiçbir şey var olmayabilir.

Bu varoluşsal ikileme yaklaşmanın çeşitli yolları var. Yazar Douglas Adams’ı örnek alıp hayat, evren ve her şeyin büyük bir kozmik rastlantıdan ibaret olduğunu benimseyebiliriz. Evrenin ayarları azıcık daha farklı olsaydı, burada bu gizemi konuşuyor olmazdık. Bu, “zayıf antropik ilke” olarak adlandırılmaya başlayan şeyin bir versiyonu.

Daha mistik bir yola saparsak, güçlü antropik ilkeye ulaşıyoruz. Kuantum Teorisi’nin tartışmalı bir yorumuyla Escher benzeri bir ortak yaşam öneriliyor. Evren bilinçli gözlemcileri doğuruyor, onlar da karşılığında daimi bakışlarının büyülü gücüyle evreni varoluşa çağırıyorlar.

Bir de ikisinin ortasındaki yolu tercih edenler var. Onlar da evrenin rastlantısal değil kaçınılmaz olduğunu ve belirleyici sayıların bir Sudoku bulmacası gibi hem zor hem de tutarlı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Sicim Teorisi’nin 30 yıl önce önem kazandığı sırada amacı buydu. Fazladan boyutları ve pretzel geometrisiyle matematik o kadar büyüleyiciydi ki teorinin doğruluğuna herkes emindi – sonunda deşifre edildiğinde sıkıca örülmüş açıklamasının ardında tıpkı bizimki gibi bir evren vardı.

Bunun yerine Sicim Teorisi başka bir yöne saptı, bir sürü farklı bir fiziğe sahip ve gözlemlenemeyecek evren öngördü. Belki bu evrenlerden bazıları farklı türden, atomdan farklı bir şeyden oluşan ve en az bizim kadar (akıl sır ermez boyutta) şaşkın olan bilinçli varlıklar yumurtladı. Belki de bütün bu çoklu evren işi, basitçe bu evrenin gözler önüne serilmesinin sonsuz yolu olduğunu söylemenin özenli bir yolu – karşı olgusal tarih, Mayaların İnkalarla ittifak kurarak Ay’daki varlıklara karşı termonükleer bir savaşa girdiği varsayımsal bir dünyadan daha gerçek değil.

Teorisyenler yıllardır geçtiğimiz yıl Natalie Wolchover ve Peter Bryne’ın Quanta’da yazdığı gibi çoklu evreni “sonsuz oranda bir bahane” olarak reddedenler ile başka evrenlerin varlığını kanıtlamanın hiçbir yolu olmasa da fikrin yanlış olmak için fazla güçlü olduğunu iddia edenler arasında kalmış durumda.

Çoklu evrenden şüphe duyanların birçoğu Sicim Teorisi’nin hâlihazırda gerçek olarak kabul edileni tekrar tanımlamayı gerektirmeyen bir sürümüne açık. Belki de çalılıkların ardına saklanmış, bu evrenin sonuç olarak mümkün olan tek evren olduğunu gösteren sihirli bir denklem vardır.

* Bu yazı, George Johnson’ın The New York Times’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

[i] Suspension of disbelief: Anlatı sırasında okurun/seyircinin anlatılanın olasılıksızlığı üzerine düşünmemesini anlatan bir terim. David Copperfield’ı izlerken “kesin ip var!” dememenin de buna dâhil olduğunu söyleyebiliriz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et